|
||||
|
||||
|
Dünyanın geniş bölgelerinde kara bulutlar toplanırken, diğer bölgelerde savaş fırtınası çoktan başladı. Sermayenin kanunlarının hakim olduğu dünyada, Ukrayna’dan Filistin’e, Kongo’dan Yemen’e, Myanmar’dan Sudan’a kadar 90 ülkeyi kapsayan, büyüklük ve şiddet bakımından farklı 56 çatışma yaşanıyor.
Dünya ekonomisi, malların aşırı üretiminden bunalmış durumda durgunlaşırken, ekonomiyi canlandırmaya yönelik her türlü girişim, artık tarih dışı hale gelen bu üretim sisteminin uzlaşmaz çelişkileriyle karşı karşıya kalıyor.
Son on yılların özelliği olan serbest ticaretin terk edilmesi ve korumacılık ve ekonomik milliyetçiliğe geri dönüş, sermaye rejiminin ömrünün dolduğunun bir başka kanıtıdır. Bir yandan korumacılık, proletaryanın sömürüsünü daha da artıracak, diğer yandan pazarların bölüşümü için mücadeleyi şiddetlendirecektir.
Emperyalistler arasındaki ticaret savaşı, geçen yüzyılın iki dünya savaşında olduğu gibi, açık bir savaşın habercisi. Bu savaşlardan ilki, sermayenin savaş makinesinin nasıl parçalanabileceğinin parlak bir tarihi örneği olan, 1917 Ekiminde Rusya’da proletarya devriminin zaferiyle Avrupa çapında durdurulmuştu.
Dünyanın önde gelen ekonomik ve askeri gücü olan ABD, krize korumacılıkla tepki veriyor ve küresel rakibi Çin’i kontrol altına almak için devasa savaş makinesini kullanma tehdidini savuruyor.
Dünyanın en güçlü ikinci kapitalist ülkesi olan Çin Halk Cumhuriyeti, bir zamanlar Stalinist SSCB’nin yaptığı gibi sosyalist unvanını gasp ederek, genel ekonomik kriz ortamında, ticari ve diplomatik düzeyde konum kazanmak için düşük profilli bir tutum sergilerken, askeri düzeyde de çatışmaya hazırlanarak, endüstriyel ve askeri büyümesini daha da zorlu koşullarda sürdürüyor.
Sanayi durgunluğundan çıkmak için, Avrupa emperyalistleri, Rus tehlikesine yanıt vermek bahanesiyle yeniden silahlanıyor, ancak bu yeniden silahlanma öncelikle bugün fedakarlık yapmaya, yarın ise efendilerinin çıkarlarını savunmak için cepheye gitmeye çağrılan proletaryaya yöneltilecektir.
Kapitalizm altında imkansız olan birleşik Avrupa, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi, çeşitli ulus devletlerin Amerikan veya Çin emperyalistlerinin yanında yer almasıyla, Üçüncü Emperyalist Dünya Savaşı ile parçalanacaktır.
Dünya çapındaki silahlanma yarışı, hastanelerden, okullardan, ücretlerden ve emekli maaşlarından büyük kaynakların aktarılmasını gerektirecektir. Güney Kore’de burjuvazi 64 saatlik çalışma haftasını getirmeye çalışırken, bazı ülkeler zorunlu askerlik hizmetini yeniden getirmeyi düşünüyor; Polonya tüm erkek nüfusu askeri eğitime tabi tutmayı planlıyor.
İşçi sınıfı, kapitalizmden başka bir şey olmayan ulusal ekonomiye meydan okumadan, yaşam ve çalışma koşullarını savunmak için kararlı ve tavizsiz bir mücadele veremez. Bu mücadele sadece her ülkede değil, bugün çoğunlukla ulusal burjuva çıkarlarına hizmet eden sendikaların hakim olduğu sendika hareketi içinde de verilmelidir. İşçiler, tarih boyunca işçilerin vatanlarını savunma mücadelesinde suç ortağı olan ve yarının Üçüncü Emperyalist Savaşı’nın toplu mezarları kazılıp proletaryanın cesetleriyle doldurulduğunda aynı geleneği sürdürecek olan sendikalar içindeki açıkça burjuva veya oportünist liderliğe karşı mücadele etmelidir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) başkanı, mal fiyatlarını artıran korumacı gümrük vergilerini işçi sınıfının zaferi olarak selamladı. İtalya’da, İtalyan Genel İşçi Konfederasyonu (CGIL) genel sekreteri, Avrupa’nın yeniden silahlanmasını, başka bir deyişle proleterlerin katledilmesini destekleyen bir gösteriye öncülük etti.
Önemli ücret artışları, daha iyi ve daha güvenli çalışma koşulları, çalışma saatlerinin azaltılması için gerçek bir mücadele, aynı zamanda yeniden silahlanma harcamalarına karşı bir mücadeleye, ekonominin ve toplumun militarizasyonuna karşı tek gerçek muhalefete dönüşür - proletaryayı, uluslararası sınıf partisi tarafından temsil edilen ve onun kurtuluş aracı olan gerçek Marksist gelenekle komünizm için devrimci mücadeleye etkili bir şekilde hazırlar.
Kapitalist canavarın bağrında
olgunlaşmış ve acil hale gelmiş yeni bir üretim biçimi olan
komünizmin kişisel olmayan tarihsel gücü ve gerekliliği, bir kez
daha tek gerçek alternatif olarak kendini gösterecektir: ya bu
üretim sistemini korumak için burjuva savaşı ya da uluslararası
komünist devrim!
DÜN OLDUĞU GİBİ BUGÜN DE SAVAŞA KARŞI SAVAŞ
İŞÇİ SINIFININ DÜŞMANI KENDİ ÜLKESİNDEDİR
DÜNYANIN TÜM PROLETERLERİ, BİRLEŞİN!
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve 19 Mart 2025 tarihinde "yolsuzluk, suç örgütü kurmak ve terör" gibi iftiralar sebebiye gözaltına alınması sonrasında üniversitelerde, başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere ve nice büyük şehirlerde bir protesto dalgası başladı. Diploma iptali, İmamoğlu’nun bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimine katılmamasına neden olacaktır. Bunun dışında halkta, özellikle öğrenciler arasında, kendi geleceklerinin de güvencede olmadığı hissini pekiştirmiştir.
Üniversitelerdeki protestolara büyük oranda ODTÜ öğrencileri önderlik etti, bu nedenle de polis baskısı ve şiddeti büyük oranda ODTÜ’ye yöneldi. Bunun da ötesinde gerek Kızılay Meydanı’nda gerek İstanbul sokaklarında polis şiddeti doruk noktasına ulaştı. Polislerin proletaryanın dostu olmadığını, her noktada burjuvazinin çıkarları için çalıştığını hatırlatmakta fayda var. Nihayetinde toplum, sınıflara ayrılmıştır ve liberal söylemler sadece var olanı bulandırmaya yarar. Bir kez daha görüldü ki, işçi sınıfı burjuvazi ve onun kontrol aygıtı "devlet baba"yla asla ama asla uzlaşmamalıdır! Fakat güneşin altında yeni hiçbir şey yok. Maruz kalınan bu baskı, bu şiddet sadece mevcut hükümetin uyguladığı veya uygulayacağı bir politika değildir. Bu, burjuva devletin kendi doğası gereği, hangi hükümet başa gelirse gelsin çözülemeyecek bir sorundur. Analizde bunu sadece mevcut hükümete atamak bizi reformizme ve oportunizme yöneltir. Eleştirimiz de tam da bu noktada başlayacaktır. Eleştirimizin hedefi, hareketin tabanı -özellikle de işçi tabanı- değil; bu tabana öncülük eden reformist veya sosyal demokrat partileredir. Tarihte birçok yerde sömürülen sınıflar, öfkelerini dışarıya vurabilecekleri birçok harekette bulunmuşlardır. Fakat tarihin yine bize gösterdiği gibi, devrimci doktrin olmadan bütün bu hareketler eninde sonunda var olan sistemi değiştiremeden sönümlenmiştir. Lenin, Marksist doktrin ile hareket eden bir parti harekete öncülük etmediği müddetçe bütün bu hareketlerin önünde sonunda reformizme kayacağını bize Ne Yapmalı’da göstermişti. "Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz". Bu noktada sorunun kaynağı, hareketin başını çekenlerde bulunmalıdır.
Sloganlar, hareketin taleplerini en kısa ve en öz biçimde aktaran cümlelerdir. Bu yüzden eleştirmize sloganlarla başlayacağız. İlkin hareketin kendisinden soyularsak devrimci bir niteliği olan sloganla başlayalım: "Çözüm sandıkta değil sokakta". İşçi sınıfı için muazzam bir slogandır bu, fakat mevcut protestolarda çok da bir geçerliliği yoktur. Zira protestoların temel etkisi CHP’nin ve yanındaki sol partilerin oy toplaması olacaktır. Mevcut hükümet hem Amerika’dan hem de Rusya’dan destek alıyor. Fakat bu protestolara da AB’den, özellikle Almanya’dan, büyük bir destek de gelmekte. Protestoların arkasında dinamiklerden birinin, iki sermayedar partisinin iktidar mücadelesi olduğu ortada. "Radikal" Sol partilerin, Rosa Luxemburg’un katilleriyle aynı platformda bulunan bir partinin desteğine kokuşmuş parlamenterizmi savunmak için bu kadar hızla ve amansızca koşması bizi şaşırtmıyor.
Hareketin bir diğer sloganı, "Hak, Hukuk, Adalet". Oysa hukuk burjuva hukukudur. Yine de mevcut sözde "Marksist" partilerin böyle bir slogan atmaları hiç ama hiç şaşırtıcı değil; ne de olsa eleştirileri kapitalizme kadar ilerlemiyor, hükümette başlayıp hükümette bitiyor. Burjuvazi, mevcut hükümet aracılığıyla ne kadar kendi koyduğu yasaları çiğneyebiliyorsa; hükümet değiştiğinde de aynı şekilde aynı yasaları çiğneyebilecektir. Hukukun temelinde şu veya bu hükümet değil, sınıflı toplum bulunur.
Sloganların en kötüsü ise CHP’den geliyor. "Bu mücadele, sadece Ekrem İmamoğlu’nun, sadece Cumhuriyet Halk Partisi’nin mücadelesi değildir! Bu, 86 milyonun geleceğine sahip çıkma mücadelesidir". Popülist CHP toplumu hala sınıfsız ve imtiyazsız bir bütün olarak görüyor! Halkın çıkarı, bütün ulusun korunması vs. burjuvazinin çok zamandır haykırdığı masallardır. Proleter ile burjuvanın çıkarları aynı olabilir mi? Köle sahibi ile köle eşit olabilir mi? Ekrem İmamoğlu sadece siyaset sahnesinde burjuvazinin bir bölümünü temsil ediyor. Bu sınıflar üstü demokrasi efsanesini utanmazca tekrar tekrar söyleyen burjuvazinin proleteryaya hiçbir şey vaat etmiyor! CHP belediyesi İzmir’de belediye işçilerinin ücretlerini bile ödemekten kaçınıyor, bir yandan nıf olmadığını iddia ettikleri işçilerin sendikalarını parmağında oynatıyor!
Özel, "Bu miting değil, bu faşizme karşı meydan okuma eylemi" dediği sırsında alandan "Faşizme karşı omuz omuza" sloganları yükseldi. Gerçekten Özgür Özel’in faşizmle ne derdi var ki? CHP zaten sınıf yerine halk ve ulusun çıkarlarını savunmuyor mu? Sendikaları kendi oy toplama politikalarına da alet edip sınıf örgütlenmelerini kendine bağımlı hale getirmiyor mu? Sayın Özel faşist bir rejimin yapmak isteyebileceği kimi adımları daha iktidar olmadan zaten yerine getiriyor sayılır. Kamuoyu araştırmaları İmamoğlu protestolarının CHP’yi iktidar olmaya yaklaştırdığına işaret etmektedir. Dün sendika başkanlarına talimatla grevleri bitiren CHP, yarın iktidara geldiğinde işçilerin karşısına polisleri dizen parti olacaktır.
Özetle reformist burjuvazinin liderliğindeki hareketin yozlaşmaması
kaçınılmazdır. Ne kadar çoğunluk proleter olsa da hareketin niteliğini
belirleyen, hareketi büyük ölçüde örgütleyip önderlik eden partinin temsil
ettiği sınıftır. Ve burjuvazinin programında geleceksizliğe karşı isyan etmek
isteyen kitlenin enerjisini tamamen tüketip bundan sadece oy kazanmak dışında
bir amaç yoktur. Proleterler kendi sınıf sendikaları ve partisine sahip
olmadıkça burjuva partilerin oy deposu olarak görülüp sırtlarından hançerlenmeye
devam edecekler. Proleteryanın, burjuvaziye ve onun joplu farelerine meydan
okuyacak tek bir programı vardır. O da komünist programdır. Bu komünist programı
uygulayacak ve kitleye önderlik edebilecek olan tek yapı uluslararası ölçekte
örgütlenmiş Enternasyonal Komünist Partisi’dir. Burjuvazinin ve onun aşağılık
uşaklarına kullandıkları silahları tattıracak olan ise sadece Komünist
Partisi’nin iktidarındaki devlet yani proleterya diktatörlüğüdür. Proleteryanın
siyasi sloganları sadece bu doğrultuda olmalıdır.
2 Nisan 2025’te Trump yönetimi “Kurtuluş Günü” gümrük vergisi planını açıkladı. Plan, yabancı ithalatlara %10’luk sabit bir gümrük vergisi ve özellikle Çin olmak üzere belirli ülkelere daha yüksek misilleme gümrük vergileri getiriyordu. Duyurunun ardından Wall Street’te Trump’ın yarattığı heyecan patladı ve ABD borsa endeksleri yıl başından itibaren %15-20 oranında çakıldı. İki gün içinde S&P 500 şirketleri 5 trilyon dolarlık zarar kaydetti ve bu rakam Mart 2020’deki iki günlük 3,3 trilyon dolarlık zararı aştı. Trump “satın almak için harika bir zaman!” ve durumu, bazılarının “biraz çizgiden saptığı” tahvil piyasasındaki “küçük bir sorun”a bağlarken, egemen sınıfın başkomutanı, Wall Street’teki takım elbiseli arkadaşlarını, koordineli bir saldırı ile rekabeti ortadan kaldırarak, militarist haydutlukla desteklenen manipülatif piyasa stratejileri ve ticaret manevraları kullanarak küresel finansal hakimiyetini sürdürmek için gelecekteki süper kârlar yolunda bir araya gelip saflarına dönmeye çağırdı. Liberaller “ekonomiye” verilen zarardan bahsederek bağırırken, tek endişeleri ganimetten paylarını kaybetmek! Orta sınıflar ve ABD emperyalizminin süper kârlarına bağımlı çeşitli asalak uzantılar ise, büyük burjuvazi tarafından mülksüzleştirilip faşist korporatist yapıdan kanser gibi kesilip çıkarılırken, sadece çılgınlık görüyorlar. Yine de, giderek daha fazla insan tekmeleyip bağırarak proletarya saflarına katılmaya zorlandıkça, sınıf mücadelesinin canlı teline yeniden enerji verecek kıvılcımlar çıkarıyorlar.
Gümrük vergileri ve bunun sonucunda ortaya çıkan borsa kaosunun arkasında,
yabancı ülkeleri, ABD’nin finansal çıkarlarına ve militarist hakimiyetine daha
doğrudan tabi kılarak uluslararası para düzenini ve ittifak sistemini yeniden
yapılandırmayı amaçlayan gelecekteki “çok taraflı” bir para birimi anlaşması
etrafında masaya oturmaya zorlamak için ekonomik baskı uygulamak gibi daha büyük
bir strateji yatıyor. “Mar-a-Lago Anlaşması” olarak adlandırılan plan, doların
devalüe edilerek yeni bir kripto para birimi veya yeni bir altın standardı
oluşturulması ve ABD’nin güvenlik garantilerinin, ABD Hazine Bakanlığı’nın daha
doğrudan merkezi kontrolü altında uzun vadeli ABD borçlarının elinde tutulmasına
bağlanması yoluyla ABD finans sermayesinin hakimiyetini güvence altına almayı ve
ABD’nin endüstriyel üretimini canlandırmayı amaçlamaktadır. Sözde Mar-a-Lago
Anlaşması’nın arkasında, ABD finans sermayesinin uzun süredir uyguladığı bir
oyun planı ve kapitalist dünya içindeki çeşitli alt emperyalizmleri egemenliği
altına almak ve boyun eğdirmek için güçlerini nasıl seferber ettiği yatmaktadır.
“Ticaret savaşı” ve gümrük vergileri, küresel egemenliğini korumaya ve Çin’in
yükselen emperyalizmini kontrol altına almaya çalışan ABD burjuvazisi ve onun
egemen finans kartelinin geniş cephaneliğindeki araçlardan sadece bir tanesidir.
Dünya çapında kapitalist sistemin giderek artan durgunlukla, GSYİH’nın ayak
uyduramadığı borçların artması sonucu büyüme yetersizliğiyle karşı karşıya
olduğu bir dönemde, bu manevralarda, çürüyen ve taşlaşan kapitalist dünya
düzeninin emperyalist aşamasındaki çaresiz hilelerini açıkça görebiliriz. Bu
düzenin çürümüş cesedi, kaçınılmaz olarak gelecek olan komünist devrim için
verimli bir zemin oluşturacaktır.
Bretton Woods ve Altın Standardın Sonu
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda tüm rakip dünya emperyalizmlerinin yıkılması ve Avrupa ve Japon proletaryasının kitlesel katliamıyla, ABD finans sermayesi ve endüstriyel tekelleri, devasa fazlalıklarını Avrupa’nın yeniden inşasına aktardılar. Bretton Woods sisteminin kurulması ve Uluslararası Para Fonu’nun oluşturulmasıyla ABD burjuvazisi, dünyadaki finansal hakimiyetini pekiştirdi. Bretton Woods aracılığıyla, ilgili ülkelerin para birimleri, o dönemde dünya altın arzının üçte ikisini kontrol eden ABD Hazine Bakanlığı tarafından belirlenen sabit bir altın karşılığıyla doğrudan ABD dolarına bağlandı. Tek sanayi gücü ve “dünyanın atölyesi” olarak ABD, patlayan sanayi fazlasını karlı bir şekilde boşaltmak için açık pazarlar elde etmek amacıyla serbest ticaret politikalarını uygulama dönemine girdi.
Savaştan sonra, Batı Avrupa ve Japonya’daki endüstriyel tekellerin sermayesinin çoğu hızla toparlanabildi. Kendi proleter savunma örgütlerinin çöküşünden yararlanan bu tekeller, hızla toparlandılar ve 1950’lere gelindiğinde büyümeleri savaş öncesi seviyeleri aştı. Avrupa sanayileri ve bunlarla bağlantılı emperyalizm canlanmaya başladıkça, 1950’ler boyunca Washington, müttefik rejimlere kredi, yardım ve asker sağlamak için sürekli olarak artan bütçe açığı verdi, emperyal egemenliğini finanse etmek için büyük miktarda para bastı ve bu da dolaşımdaki doların fazlalığına yol açtı. On yıllar boyunca ABD, altın fiyatını ons başına 35 dolar olarak sabit tuttu; ancak, açık harcamalar arttıkça ve diğer ülkeler arasında ticaret büyüdükçe, yabancı para piyasalarının gelişmesiyle birlikte burjuvazi, doların aşırı değerli olduğunu fark etmeye başladı. Eski emperyal bağımsızlıklarını geri kazanmak için aç olan Japonlar ve Avrupalılar, Hazine rezervlerinden altınlarını çekerek ABD’nin finansmanından kurtulmaya başladılar. 1960’ların sonlarında Alman ve Japon sanayisi ABD’nin ihracat üstünlüğüne meydan okumaya başladığında, ABD artık önceki iki on yılda olduğu gibi tamamen hakim bir ekonomik güç değildi. ABD ekonomisi, savaş sonrası dönemde ilk kez ihracat fazlasından ticaret açığına geçince, ABD’li sanayi tekelcileri, statülerinin tehlikeye girdiğini fark ederek endişeye kapıldı. Gelişmekte olan Alman ve Japon emperyalizmini boyun eğdirmek için korumacılığın peşine düşülürken, “serbest ticaret” sloganları çok geçmeden unutuldu.
ABD sanayisinin rekabet gücünü tersine çevirmek için, 1962’de Japonya’dan pamuklu tekstil ithalatına kısıtlamalar getirilerek korumacılık önlemleri alınmaya başlandı. 1968 başkanlık seçim kampanyasında “Güney stratejisi”nin bir parçası olarak Nixon, Güney’de yerli ürünlerle rekabet eden tekstil ithalatına daha fazla kısıtlama getirileceğini vaat etti. Nixon yönetimi, sanayi büyümesi ve istihdam yaratmanın bir aracı olarak ihracatın teşvikine büyük önem verdi. Doların düşük döviz değerinin yerli sanayiyi destekleyebileceği fikri yaygın olarak tartışıldı. 1969’da ABD, Avrupa ülkeleriyle demir ve çelik ürünlerinin ihracatını kısıtlamak için müzakereler yaptı. Kongreye kısa sürede ithalatı daha da kısıtlamak için öneriler yağdı. ABD’nin enflasyonunun ithalat yoluyla ülkesine sıçramasından korkan Almanya, 1969’da “gönüllü” olarak dolar bağımlılığından vazgeçmeyi ve para biriminin değerini artırmayı kabul etti; ancak Japonya bunu reddetti. 1970 yılında Kongre, Japonya’dan ithal edilen giyim ve ayakkabı ürünlerine kota uyguladı. Bu tek taraflı ticaret savaşının ortasında, ABD ayrıca Japonya ve Batı Almanya’yı para birimlerinin yeniden değerlenmesi gereken ülkeler olarak hedef aldı. ABD’nin her iki ülkeyle de artan ticaret açığı olması bir yana, Japonya’nın ihracatı tekstil ve elektronik, Almanya’nın ise demir-çelik gibi güçlü yerli sanayilerini tehdit ediyordu. Ticaretin dolar üzerinden yapılması nedeniyle para biriminin yeniden değerlenmesi, bu iki ihracat ekonomisinin rekabet gücünü yok edecekti. Doların devalüasyonu, ABD Hazine Borçları’nın ABD doları cinsinden geri ödenmesi nedeniyle artan hükümet açığını da azaltacaktı.
ABD’de bu tartışmalar sürerken, ABD’nin borçlarını ödeyemeyeceği korkusu ile birlikte, “haksız” ABD para ve ticaret politikasına karşı eski emperyalizme yönelik eleştiriler de artıyordu. Giderek daha fazla kişi dolarlarını altına çevirmeye başladı ve bu da hazinenin tüm rezerv dolarlarını geri ödeyebileceğine dair endişeleri daha da derinleştirdi. 1970 yılına gelindiğinde, ABD uluslararası rezervlerin %16’sından azına sahipti. 1971’in ilk altı ayında, 22 milyar dolarlık varlık ABD’den kaçtı. Mayıs 1971’de Hazine Bakanlığı tarafından tamamlanan bir çalışma, doların %10 ila %15 oranında aşırı değerlendiği için bir döviz krizinin kaçınılmaz olduğu sonucuna vardı. Hazine Bakanlığı, ABD’nin “mevcut krizi (i) ABD’nin ödemeler dengesinde kalıcı bir iyileşme, (ii) dünya güvenliği ve ekonomik ilerleme sorumluluklarının daha adil bir şekilde paylaşılması ve (iii) uluslararası para sisteminde temel bir reform” sağlamak için kullanması gerektiğini belirtti. Memorandumda “müzakere kozları olarak aşağıdaki önlemler” önerildi: (i) altın konvertibilitesinin askıya alınması; (ii) ticaret kısıtlamalarının getirilmesi; (iii) hedeflerimizin gerçekleştirilmesini engelleyen yabancı faaliyetleri bozmak için diplomatik ve mali müdahale; ve (iv) ABD’nin Avrupa ve Japonya’daki askeri varlığının azaltılması. ABD emperyalizmi, 1985’te ve bugün 2025’te de tam olarak bu oyun kitabından dersler çıkaracaktır. “Il Programma Comunista” (Komünist Program) dergisinin 1967’de yayınlanan 19-21. sayılarında, o dönemde patlak veren para krizini şöyle tanımlamıştık: “Para birimlerinin ve sendeleyen burjuva putlarının fırtınası içinde, kapitalist sistemin çöküşü ufukta beliriyor.”
Ağustos 1971’de Fransa, New York limanına bir savaş gemisi göndererek altın karşılığındaki dolar rezervlerini geri aldı. Günler sonra Nixon, tek taraflı olarak 90 günlük ücret ve fiyat kontrollerini ve tüm ithalata %10 gümrük vergisi uyguladı. En önemlisi, doların artık altına çevrilemeyeceğini açıklayarak altın standardını resmen sona erdirdi ve Bretton Woods sistemini fiilen sona erdirdi. Bunu, dünyanın geri kalanının Fort Knox’ta güvenli bir şekilde saklandığını sandığı altını elinden alarak, para birimini batırarak ABD’nin borçlarını ödeyememesini sağladı.
Sonuç olarak, ABD doları üçte bir oranında değer kaybetti ve bu durum, Mark ve Yen’in önemli ölçüde değer kazanmasıyla birlikte dolara karşı büyük bir spekülasyona yol açtı. Ocak 1973’te borsa, Büyük Buhran’dan bu yana en büyük çöküşünü yaşadı ve DOW Jones endüstriyel ortalaması değerinin %45’ini kaybetti, Londra Borsası’nın FT 30 endeksi ise çöküş sırasında değerinin %73’ünü kaybetti. Batı Almanya pazarı en hızlı toparlanan pazar olsa da, on sekiz ay içinde nominal değerine geri dönse de, gerçek değerine ancak Haziran 1985’te ulaşabildi.
Birleşik Krallık, Mayıs 1987’ye kadar aynı pazar seviyesine geri dönemezken, ABD
ise 1973-74 krizinin başlamasından yirmi yıl sonra, Ağustos 1993’te gerçek
değerine ulaşabildi. 1973-75 resesyonunun ardından, Amerika Birleşik Devletleri
önemli bir şirket birleşme dalgası yaşadı. 1970’lerden sonra hizmet, perakende
ve toptan ticaret sektörlerinde, özellikle de finans sektöründe daha güçlü bir
yoğunlaşma görüldü. Çöküşün ardından 1974 yılında bir dizi büyük banka
birleşerek Shearson Hayden Stone’u kurdu. Bu birleşme, Shearson Lehman
Brothers’ın kurulmasına ve dünyanın dördüncü büyük yatırım bankası haline
gelmesine yol açan bir dizi birleşmenin parçasıydı. Bu bankanın çöküşü daha
sonra 2008 küresel finansal krizini ve ardından gelen “Büyük Gerileme”yi
tetikleyecekti.
Petrodoların Yükselişi ve Eski Emperyalizmlere Karşı ABD Finansının Güçlenmesi
1973 baharına kadar tüm önemli para birimleri dolar sabitlenmesinden kurtulmuş ve piyasalar yüksek volatiliteyle devam etmişti. ABD’nin Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’i desteklemesi ekonomik durumu daha da kötüleştirdi. Ekim ayında OPEC’in petrol ambargosu, dünya çapında büyük bir enflasyon artışına yol açtı. Avrupa ülkeleri, artan enerji fiyatlarını karşılayabilmek için büyük bütçe açıkları vermeye başladı ve bu da nihayetinde finans piyasalarının çökmesine yol açtı. 1976 İngiliz Sterlini krizi, İngiliz emperyalizminin iki dünya savaşı sırasında kendini neredeyse iflasa sürüklemeden önce dünya rezerv para birimi olan para biriminin çöküşünün ardından, IMF’ye kredi için “şapka elinde” gitmek zorunda kalan İngiltere’nin küçük düşmesine yol açtı. Bretton-Woods sisteminin sona ermesinden sonra küresel finansın istikrarsızlığı, çökmekte olan Avrupa endüstrileri ve para birimleri, kendi yarattığı kan banyosunun ortasında ayakta kalan tek güç olan ABD finansını ve endüstriyel tekellerini geride bırakınca sakinleşmeye başladı. ABD’nin finansal hakimiyeti ve dünya rezerv para birimi olarak konumu, OPEC ile petrol doları geri dönüşüm sisteminin başlatılmasıyla daha da sağlamlaştı ve ardından NATO’nun “güvenlik garantilerini” ihlal etme ve gümrük vergisi ve para birimi manipülasyon politikaları uygulama tehditleri ile Avrupa’ya dayatıldı. ABD, Rusya’nın Avrupa’ya saldırması korkusunu, Orta Doğu’daki saldırı köpeği İsrail’i ve Mao yönetimindeki ÇKP’yi Japonya’ya karşı kullanarak, koruma altında tuttuğu “müttefiklerini” boyun eğmeye zorladı.
Sistem, 1973 yılında Nixon’un Kissinger’ı Suudilerle petrol ambargosunu sona erdirmek için bir anlaşma müzakere etmek üzere gönderdiği sırada kuruldu. ABD’nin tehditkar işgali ve Suudilerin devam eden Yom Kippur Savaşı sırasında kendi petrol yataklarını yakmak için toprağı tuzla kaplama stratejisi tehdidi gündemdeydi. Suudiler, bir tarafta kendi devletlerinin, diğer tarafta ise küresel petrol üretiminin karşılıklı olarak yok olmasını önlemek için, ABD emperyalizmine bağımlı bir ekonomik himaye altına girmeyi kabul etti. Anlaşma, Suudilerin petrolü sadece ABD doları ile satacağını ve karşılığında, az önce işgal tehdidinde bulunan aynı ABD ordusundan askeri teçhizat, eğitim ve “güvenlik garantisi” alacağını garanti ediyordu. Kritik olarak, anlaşma Suudi petrol ihracat fazlasının sadece ABD cinsinden varlıklara, yani ABD hazine bonolarına yeniden yatırılabileceğini de belirledi.
Petrolün en büyük alıcısı olan ABD, dolar ile satın alınan petrolün fazlasının Amerikan tahvil alımlarına yeniden yatırılacağı bir “geri dönüşüm” sistemi oluşturdu. Dolarla satın alınan tahviller, petrol üreticilerine istikrarlı bir faiz getirisi sağlarken, gerçek fazlanın aslan payını dolar olarak ABD’ye veriyordu. ABD hükümeti daha sonra bu dolarları kendi finansmanı için kullanabiliyordu ve genellikle bunları hükümet sözleşmeleri yoluyla doğrudan ABD şirketlerinin eline aktarıyordu. ABD, korumacı “güvenlik garantileri”ni sürdürürken ve ordusunu altta kalan emperyalist ülkeleri boyun eğdirmek için başarıyla kullanırken faizlerini ödemeye devam ettiği sürece, borçlarını şişirmeye devam edebilir ve ABD şirketlerine süper kârlar sağlayabilir, böylece ulusal borcunu gerçekten “ödemek”le hiçbir ilgisi olmaz, ancak mümkün ve gerekli olduğunda periyodik olarak temerrüde düşmekle her türlü ilgisi olur. Kendi iç devrimlerinden korkan ve ABD’nin askeri gücüne karşı koyamayan geri kalmış Arap monarşileri, emperyalist şemsiyenin altında yeni maaşlarıyla yetinirken, bu anlaşma diğer OPEC ülkeleri tarafından da hızla takip edildi, ancak hepsi aynı güvenlik garantilerini almadı, ABD’nin bölgedeki müdahalesinin bıraktığı ceset yığınları bunu kanıtladı. Dünyadaki tüm ülkeler OPEC’ten petrol ithal ettiğinden, tüm yabancı bankalar artık bunları satın almak için dolara ihtiyaç duydu ve bu, ABD’nin küresel rezerv para birimi statüsünü korumada önemli bir dayanak haline geldi.
ABD’nin 1971’de doları devalüe etme çabası, ülkeleri bir seçim yapmaya zorladı: ya dolar tutmak (değeri düşebilirdi), bu dolarları sabit faiz getirisi sağlayan tahvil gibi ABD varlıklarına yeniden yatırmak ya da dolara alternatif bir para birimi oluşturmaya çalışmak ve ABD’nin askeri saldırısına maruz kalma riskini göze almak. 1973 sonlarında Japonya altın veya Alman markına geçmeyi düşünmeye başladığında, ABD Hazine yetkilileri Japonya’ya doları desteklememesinin düşmanca bir hareket olarak görüleceğini ve ticaret misillemesi veya askeri gerginlikle sonuçlanabileceğini söyledi. 1978’de Almanya’daki Bundesbank, rezervlerini dolardan uzaklaştırmayı düşünerek dolar alımını durdurmak ve Alman markının değerinin yükselmesine izin vermek istedi. ABD Hazine Bakanı ve Başkan Jimmy Carter, Almanya’ya doların desteklenmesi gerektiği, aksi takdirde NATO işbirliği ve ABD-Almanya ticaret ilişkilerinde ciddi sonuçlarla karşılaşılacağına dair bir not gönderdi. ABD yetkilileri, ekonomik koordinasyonun başarısız olması halinde NATO’da siyasi istikrarsızlık yaşanacağı konusunda uyarıda bulundu. Bundesbank, iç muhalefete rağmen dolar alımlarına yeniden başladı. 1979-82 Volcker Şoku sırasında, Fed enflasyonla mücadele etmek için faiz oranlarını neredeyse %20’ye yükseltti. Hazine Bakanı Donald Regan, Avrupa merkez bankalarından dolar ve hazine rezervlerini elinde tutmasını talep etti. Avrupa’ya, işbirliği yapmamanın ABD’nin NATO taahhütlerinden çekilmesine, ticaret kısıtlamalarına veya gümrük vergilerine ve para savaşı dinamiklerine yol açabileceği uyarısında bulunuldu.
Bunun ardından enerji ödemeleri için dolar talebi ve ABD ordusunun dünyayı ve dolayısıyla diğer ülkelerin para birimlerini istikrarsızlaştırma tehdidiyle garantilenen, nispeten güvenli bir yatırım aracı olarak ABD hazine tahvillerine olan istikrarlı talep, 2000 yılında tüm döviz rezervlerinin %70’inin dolar cinsinden tutulmasına yol açtı. Böylece, ABD tahvillerinin satın alınmasını ve dolar rezervlerinin tutulmasını zorlayarak, ABD imparatorluğunun güneşinin batmamasını sağladı. Yükselen endüstriyel tekellerin kendi rakip finans başkentlerine dönüşme tehdidi, petrodolar sistemine zorlanarak ortadan kaldırıldı ve doların değerinin yeniden yükselmeye başlaması, ABD finans sermayesi için bir kez daha daha avantajlı hale geldi.
Yeni petrol dünya düzeni şekillenirken, 1972’de Nixon ve Mao’nun ziyaretleri,
Nixon’un Vietnam’dan çekilip Güney Vietnam’daki ABD’nin vekil devletini terk
ederek eski düşmanı Moskova’ya karşı yeni dostu Çin’in yanında yer alacağını
haber verdi. Tıpkı Avrupa burjuvazisini Sovyet emperyalizminin güçlerine terk
etmekle tehdit ettikleri gibi, askeri gücü olmayan Japon burjuvazisi de Mao’dan
korkuyordu. Böylece ABD ile Çin arasında ticari ilişkilerin kurulması süreci
başladı ve 1980’lerin sonlarında ABD şirketleri, ucuz Çin işgücü piyasasına
üretimlerini taşıma sürecine girdi ve 1988’de Çin’in ABD’ye ihracatı 40 milyar
dolara ulaştı. ABD emperyalizmi, yüksek enflasyon ve Fed’in faiz oranlarını
yükseltmesi ortamında Çin’in kalbine tentaclesini yaymaya başladığında, sömürge
döneminden bu yana dünyanın geri kalanına kıyasla tarihsel olarak her zaman
yüksek olan ücret ve yaşam standartlarından yüzyıl boyunca yararlanmış olan
Amerikan işçilerine karşı topyekûn bir saldırı düzenlendi. 1980’lerde ve
1990’larda yüksek ücretli fabrika işleri ortadan kalkmaya başladığında, güçlü
doların teşvikiyle Doğu Asya’dan gelen ucuz ithalat, yaşam standartlarının
nispeten istikrarlı kalmasını sağladı. Gelişmekte olan teknoloji endüstrileri
gelişmeye başladıkça, ABD’li işçilerin çocukları, daha fazla özel borçlanma
pahasına yüksek ücretli işler bulma vaadiyle üniversitelere akın ederken, Çinli
proleterlerden süper kârlar elde ettiler. Bugün ise bu işlerin de ortadan
kaybolduğunu görüyoruz. Ancak, sözde “Mar-A-Lago” anlaşmasını incelemeden önce,
Plaza Anlaşması’nı anlamamız gerekir.
Plaza Anlaşması ve Japon Endüstrisinin Finansal Mezarlığı
1980’den 1985’e kadar dolar, o dönemde en büyük dört ekonominin para birimleri karşısında yaklaşık %50 değer kazandı. Yüksek dolar kuru, ABD finans sektörüne yüksek getiriler sağladı, ancak o dönemde üreticileri hala ABD işgücüne bağımlı olan endüstriyel tekellerini tehdit etti. 1980’lerin ortalarında Alman sanayisi, uluslararası pazarlarda rekabet etmekte zorlanmaya devam etti. Gemi inşa sektörünün büyük bir kısmı, çelik sektörünün bir kısmı ve fotoğrafçılık sektörünün çoğu, ABD ve Japonya’daki daha ucuz rakiplere kaptırıldı. Ancak Japon sanayisi, görece durgunluktan agresif bir şekilde çıkmaya başladı ve daha yüksek üretim değerine sahip malların ihracatına yöneldi. Yüksek kaliteli ve ucuz Japon otomobilleri uluslararası ve iç pazarlara akın etmeye başlayınca, ABD’nin sanayi tekelleri bir kez daha tehdit altında hissetti.
Üreticiler ve çiftçiler, yabancı rekabete karşı koruma talep eden ortak bir kampanya ile yanıt verdi. Bu kampanyanın başlıca aktörleri arasında tahıl ihracatçıları, ABD otomotiv endüstrisi, Caterpillar Inc. gibi ağır sanayi üreticileri ve IBM ve Motorola gibi yüksek teknoloji şirketleri yer alıyordu. 1985 yılına gelindiğinde, Kongre korumacı gümrük vergileri ve ithalat kısıtlamaları getirmeyi düşünmeye başladı. Reagan’ın ABD imalatının ilk kez yurt dışına taşınmaya başladığı “serbest ticaret” politikalarına rağmen, göreve başladıktan sonra Japon ithalatını sınırlayan ve kısıtlayan çeşitli kota anlaşmaları uyguladı. Kongrenin daha fazla ticaret kısıtlaması getirme olasılığı, Beyaz Saray’ı Nixon’dan bu yana ilk kez doların diğer para birimleri karşısında devalüe edilmesi için harekete geçirdi. Böylece, ABD’nin Fransa, Batı Almanya, Japonya ve Birleşik Krallık’ı ABD doları karşısında para birimlerini değerlemeye zorlamasıyla Plaza Anlaşması şekillenmeye başladı. ABD emperyalizminin güçlü konumu karşısında başka seçeneği olmayan ülkeler, taleplere boyun eğdi. Sonuç olarak, dolar yen karşısında %50, mark karşısında %40 değer kaybetti.
Bu manevra, nihayetinde Japon endüstrisinin çöküşüyle sonuçlandı ve Japonya bugüne kadar hala toparlanamadı. Yen değer kazanırken, Japonya’nın Batı’ya yaptığı ihracat dramatik bir şekilde düştü ve ihracattan beslenen endüstrisi geri dönüşü olmayan bir şekilde zarar gördü. Japonya Merkez Bankası, faiz oranlarını düşürerek ve mali teşvikler uygulayarak krizi çözmeye çalıştı; ancak düşük faiz oranları, 1994 yılında patlayan ve çok sayıda iflas, banka iflasları ve emlak piyasasının çöküşüyle sonuçlanan yapay bir emlak ve finans balonuna yol açtı. Bu olay, “kayıp on yıl” olarak adlandırıldı. Böylece, Japonya’nın önde gelen şirketlerinin borsa endeksi olan Nikkei 225, 1994 yılında zirveye ulaştı ve çöküşün üzerinden geçen otuz yıl sonra hala aynı seviyeye geri dönmedi. Aynı dönemde, ABD borsa endeksi %1.000 değer kazandı.
Böylece Japonya’nın küçülmesiyle ABD, 2010’lara kadar teknoloji hegemonyasını
korudu ve Çin’e yönelik büyük üretim ve sermaye kaymaları, önceki on yıllara
kıyasla ancak 2000’lerin başında patlama yaşadı. Ancak 2010’ların ortalarında
ABD, Çin’in rakip bir emperyalizm haline geldiğini kabul ederek, Çin ile olan
“en tercih edilen” ticaret statüsünü yeniden değerlendirmeye başladı.
Kapitalistler, önceki on yıllarda yerleşik dünya ticaret ve finans düzeninden
muazzam süper kârlar elde ederken, kendi endüstriyel tekellerinin sağlığını
isteyerek feda ettiler. Bu nedenle ABD, yıllardır Çin’in başka bir Plaza
Anlaşması’nı kabul etmesini ve yuanı değerlemesini sağlamaya çalışmaktadır;
ancak zaman, Japonya’nın ekonomik katliamından sonra Çin’in para birimini
gönüllü olarak değerlemesinin olası olmadığını göstermiştir.
Çin Emperyalizminin Yükselişi
1970’lerin sonlarından itibaren Çin burjuvazisi, dünya emperyalizminin altında ikincil bir rol üstlenerek, küresel finans sermayesinin süper kârlarını elde ederken, ucuz Çin işçilerini disipline etmek ve sömürmek gibi kirli işleri yapan aracı olarak kendini geliştirdi. Bu imalatçılar daha büyük sanayi tekellerine dönüşmeye devam ederken, Çin finansmanı da gelişmeye ve ihracat finansmanı sermayesine dönüşmeye başladı. Bu nedenle, fazlalıklarını boşaltmak ve gelişmekte olan ülkelere sattığı borçlarını savunmak ve garanti altına almak için genişleyen bir orduya ihtiyaç duydu. Bu nedenle Çin, ancak son zamanlarda rakip bir emperyalizm olarak ortaya çıkmıştır ve mevcut ticaret savaşı politikaları, işleri Amerika Birleşik Devletleri’ne geri getirmek veya işçi sınıfının yararına “adil bir anlaşma” sağlamakla hiçbir ilgisi yoktur, ancak birikimlerini sürdürmek veya yok olmak arasında seçim yapmak zorunda olan iki rakip finans sermayesi bloğunun rekabetiyle ilgilidir.
Çin, 1970’lerin sonlarından 1990’lara kadar pazarlarını açmaya başladıktan sonra, 2000’lerde patlama yaşayarak düşük maliyetli endüstriyel üretimin küresel merkezi haline geldi. Uluslararası şirketler ve finans kurumları, genellikle doğrudan yabancı yatırımlar (FDI) yoluyla, nüfusun büyük çoğunluğunun hala tarım köylü yaşamının yoksulluğunda sıkışıp kaldığı ucuz Çin işgücü piyasasına erişim sağladı. Başlangıçta, çokuluslu şirketler, Çinli işçilerin genellikle benzer sektörlerdeki ABD’li işçilerin ücretlerinin %5’inden daha azına çalıştırıldığı özel ekonomik bölgelere yatırım yaptı. Şirketler üretimi Çin’e taşırken, aşırı sömürülen işgücünün ürettiği değer, Çin iç pazarında satılabileceğinden çok daha yüksek fiyatlarla emperyalist merkezlerde satılarak elde edildi. Bu, ticari finansörler olarak faaliyet gösteren büyük perakendeciler ve teknoloji firmaları için süper kârlar yaratırken, Çin’deki küçük burjuva üreticiler mümkün olan en düşük oranlarda çok daha küçük kâr payları aldı. Yine de her iki burjuvazi de Çinli işçilerin aşırı sömürülmesinden yararlandı ve bu da Batılı işçilerin pazar gücünün zayıflamasına ve sonraki yarım yüzyılda ücretlerin sabit kalmasına olanak sağladı. ÇKP tarafından grevler ve bağımsız sendikalar bastırılarak güvenilir getiriler sağladı.
Yabancıların kilit sektörlerdeki üreticilerin veya şirketlerin çoğunluk hisselerini doğrudan sahiplenmesine izin verilmese de, fazlalık yine de çeşitli yollarla ABD finans sermayesinin eline geri aktarıldı. Düşük kaliteli üretim ve montaj Çin’de taşeronlar tarafından yapılırken, Apple, Nike ve Walmart gibi ABD şirketleri, markayı tasarladı, pazarladı ve kontrol etti ve ABD ve Avrupa’da perakende satışını yaptı, kârın aslan payını elde etti ve sayısız rakip küçük üreticiyi, mümkün olan en küçük payı alacakları anlaşmalara zorladı. İkincisi, ABD firmaları fikri mülkiyet, patentler, yazılım ve markalaşma üzerinde tekel kontrolünü sürdürdü. Pazarlara veya teknolojiye erişmek isteyen Çinli firmalar genellikle kârın yukarıya aktarıldığı ortak girişimlere girmeye zorlandı. ABD firmaları teknoloji lisanslarını verdi ve telif hakları ile lisans ücretlerini aldı. Çin devleti genellikle bu sözleşmelerin uygulanmasını sağladı. Yuan’ın bu dönemin büyük bir bölümünde değerinin altında kalmasıyla, ABD’ye geri gönderilen kârlar fiilen büyüdü. Bu süper kârlar, Walmart ve Apple gibi ABD şirketlerinin patlamasına yol açtı ve Apple, piyasa değeri 3 trilyon doları aşan ilk şirket oldu. Ayrıca, Çin devleti ihracatına avantaj sağlamak için ticaret fazlasını ABD Hazine tahvillerine yatırarak, OPEC ülkeleri ve Avrupalılar gibi fazlasını düşük faizle ABD hükümetine geri ödünç verdi.
ABD finans sermayesi hâlâ üstünlüğünü sürdürüyor, ancak artık varoluşsal bir kriz içinde olduğunu ve Nixon dönemi ve Plaza Anlaşması gibi benzer politikaları hızla uygulamaya koyması gerektiğini ya da İngiliz finans sermayesinin yolunu izlemesi gerektiğini fark etti. 2020 itibariyle, Çin’in imalat ihracatının %50-60’ı Apple gibi ABD markalarına alt yüklenici olarak bağlı olmaya devam etti; ancak, on yıllar boyunca Çin, imalat sektöründen kendi milyarderlerini yetiştirdi ve bunlar, Amazon gibi ABD şirketlerine rakip olan TEMU gibi bağımsız markalar ve elektronik pazar yerleri kurdular. Bu Çinli şirketler, giderek daha yüksek kaliteli, yüksek değerli ve daha ucuz fiyatlı ürünlerle uluslararası pazarları doldurmaya başladı. Son beş yıl içinde, bu tür bağımsız Çinli şirketlerin toplam ihracat içindeki payı iki katına çıkarak, şu anda Çin’in toplam ihracatının %28’ini oluşturmaktadır. Böylece, Çin’in imalat ve gayrimenkul sektöründen elde edilen sermaye birikimi, yavaş yavaş kendi bağımsız küresel şirketlerini geliştirmeye başlamış ve imalatçılarının dış pazarlara erişim için bağımlı olduğu ABD finansının tekelinden kurtulmuştur. Buna paralel olarak, kendi finans sermayesini geliştirmeye başlamış ve bu sermaye, küresel pazarlara artan bir şekilde ihracat yapmaya başlamış, egemen ABD bloğuyla rekabet ederek iki güç arasındaki mevcut emperyalist rekabetin temelini oluşturmuştur.
Son yirmi yılda Çin finans sektörü dünyanın en büyüğü haline gelmiştir. 1995 yılında Çin hükümeti, bağımsız bankaları yasallaştıran ve Çin Halk Bankası’nı ulusal rezerv bankası olarak kuran Ticari Bankacılık Yasası’nı kabul etmiştir. “Dört Büyük” devlet bankası, Çin Bankası, Çin İnşaat Bankası, Çin Sanayi ve Ticaret Bankası ve Çin Ziraat Bankası’dır ve bunların tümü 2018 itibariyle dünyanın en büyük on bankası arasındadır. Çin’in finans sektörü, yaklaşık 58 trilyon dolarlık varlığıyla 2023 sonu itibarıyla GSYİH’nın yaklaşık %300’üne denk gelen büyüklüğüyle dünyanın en büyüğüdür. Toplam varlıklarla ölçüldüğünde, 2010 yılında ABD bankacılık sisteminin ve 2016’nın son çeyreğinde tüm euro bölgesi bankalarının toplam varlıklarını aştı. 2017 yılından bu yana Çin, Dünya Bankası, IMF ve 22 üyeli Paris Kulübü’nün toplamını geride bırakarak dünyanın en büyük resmi kreditörü haline gelmiştir. Yatırımlarının büyük çoğunluğu (%97) Çin içinde kalmakla birlikte, dünya çapında giderek artan miktarda finansal sermaye ihracına başlamıştır. Çin’in dört büyük bankası halka açık olmakla birlikte, Çin hükümeti çoğunluk hisselerini elinde tutmaktadır ve tek bir yabancı yatırımcı, bankanın toplam sermayesinin %10’undan fazlasını elinde bulundurabilir ve toplam yabancı sahiplik oranı %25 ile sınırlandırılmıştır.
Çin’in ihracat finans sermayesinin, dünya çapında ABD finans sermayesinin önemli bir rakibi olarak ortaya çıkması, ABD’nin hakimiyetini ciddi şekilde tehdit etmektedir. Çin endüstrisi, teknoloji ve otomobil gibi daha yüksek değerli ürünlere yönelerek dünya pazarlarında ABD ile rekabet etmeye başlamış olsa da, endüstriyel patlamanın bir sonucu olarak büyüyen büyük iç finans sektörüne rağmen, Çin’in önemli ölçüde geride kaldığı tek alan, küresel finans piyasalarındaki rekabet gücüdür. Çin’in küresel hisse senedi piyasalarındaki payı %10-12’de kalırken, ABD %45-50’sini elinde tutmaktadır. Emeklilik ve sigorta varlık yöneticileri 3-4 trilyon dolarlık bir hacme sahipken, BlackRock, Vanguard ve State Street gibi şirketler ABD’de 20 trilyon doların üzerinde varlığı kontrol etmektedir. Benzer şekilde, Çin borsa değeri dünya değerinin yaklaşık %10-12’sini oluştururken, ABD %24 ile %50 arasında yer almaktadır.
2000 ile 2010 yılları arasında Çin finans sermayesinin yurt dışına yaptığı
Doğrudan Yabancı Yatırımlar 0,9 milyar dolardan 68,8 milyar dolara yükseldi ve
2008 krizinden sonra gayrimenkul sektörüne yapılan spekülatif yatırımların
etkisiyle sadece 12 milyar dolardan hızlı bir büyüme kaydetti. Çin finans
sermayesi daha sonra önemli bir konsolidasyon döneminden geçerek ihracat
finansmanı sermayesinde hızlı bir artışa yol açmış ve 2016 yılında ABD ve
Avrupa’daki büyük anlaşmalar da dahil olmak üzere 196,1 milyar dolara ulaşmıştır.
2017’nin ikinci çeyreği itibarıyla Çin anakarasındaki bankaların sınır ötesi
alacakları 970 milyar dolara ulaşarak, küresel sıralamada sekizinci sırada yer
aldı ve İsviçre ve Lüksemburg gibi geleneksel finans merkezlerini veya İspanya
ve İtalya gibi büyük uluslararası bankacılık gruplarına ev sahipliği yapan
ülkeleri geride bıraktı. Çin finans endüstrisi hızla genişleyip fazlasını dünya
pazarlarına akıtmaya başladıkça, Çin yavaş yavaş ABD’nin rakip bir emperyalist
güce dönüştü. Ancak, Çin emperyalizminin hızlı gelişimi, küresel aşırı üretim
krizi iki finans sermayesi bloğunu kâr birikimini sürdürmek için çaresiz bir
girişimle emperyalist savaşa sürüklerken, dünya kapitalist sistemini de giderek
bir felakete doğru sürükledi.
ABD Finansmanı ve Çin’in Korumacılık Duvarı
ABD finans sermayesi, yıllardır Çin’in gelişen finansal sistemi etrafındaki korumacılık duvarlarını yıkmak için çalıştı. Tarihsel olarak Çin, özellikle bankacılık, telekomünikasyon, medya ve ağır sanayi gibi hassas sektörlerde yabancı sermaye sahipliğine kısıtlamalar getirdi. ABD hükümeti, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne girişini, finans dahil olmak üzere tüm ekonomisinde korumacılığın sona erdirilmesine bağladı. Bu, Çin’in yabancı bankaların Çin’de faaliyet göstermesine, sigorta, menkul kıymetler ve varlık yönetimi alanlarında ortak girişimlere izin vermesini gerektiriyordu. Amaç, “küresel entegrasyon” söylemi altında, ancak sermaye penetrasyonu amacıyla Çin finans piyasasını JPMorgan, Citi ve Goldman Sachs gibi ABD şirketlerine açmaktı. Bush ve Obama yönetimleri döneminde 2006-2016 yılları arasında her yıl düzenlenen ABD-Çin Stratejik ve Ekonomik Diyalogları, Çin bankaları ve fonlarında daha fazla yabancı mülkiyet hakkı ve ABD doları lehine yuanın döviz kurunun serbestleştirilmesini talep etti. “Diyalog” olarak sunulan bu iletişim, maddi açıdan Çin’i ABD sermayesinin hakim olduğu küresel finans sistemine entegre etmek ve disipline etmek için emperyalist ekonomik diplomasinin bir aracıydı.
2010’ların sonlarına kadar, yabancı firmalar genellikle kilit sektörlerdeki ortak girişimlerin en fazla %49’una sahip olabiliyordu. Tam yabancı mülkiyet, ihracat imalatı veya teknoloji dış kaynak kullanımı bölgeleri gibi sınırlı sektörlerle kısıtlanmıştı. 2010’ların sonlarına doğru, BlackRock, Goldman Sachs ve JPMorgan gibi ABD firmaları Çin’in sigorta ve varlık yönetimi sektörlerine girmeye başladı. Hala düzenlemelere tabi olmakla birlikte, bu açılımlar ABD finans sektörü için bir zaferdi, zira Çinli hane halkının tasarruflarını Wall Street’e bağlı ürünlere aktarmayı umuyorlardı. 2020 yılına gelindiğinde, artan finansal zorlukların bir sonucu olarak Çin, finans piyasalarını daha da açan anlaşmalar imzaladı. ABD şirketlerine varlık yönetimi (örneğin BlackRock), menkul kıymet şirketleri (örneğin JPMorgan) ve sigortacılık (örneğin AIG, MetLife) gibi alanlarda %100 sahiplik hakkı verildi. Bugün BlackRock, Goldman Sachs ve JP Morgan, 2018’den sonra Çin sermaye piyasalarına erişimlerini artırarak milyarlarca dolarlık Çin varlığını yönetiyor.
Bugün, Çin bankaları hala emlak sektöründeki uzun süreli kargaşayla boğuşuyor. Titreyen bölgesel bankaları istikrara kavuşturmak için Çin eyaletleri geçen yıl özel amaçlı tahviller yoluyla rekor bir 31 milyar dolar sermaye enjekte etti. Diğer birçok işaret de Çin’de bir bankacılık krizi olasılığını gösteriyor. Bloomberg’e göre, “Çin’in yaklaşık yirmi yıldır ilk kez yaşanan banka kredisi daralması, dünyanın ikinci büyük ekonomisinin, Japonya’nın on yıllar önce yaşadığı gibi bir ‘bilanço resesyonuna’ doğru sürüklendiği korkularını körükledi. Yeni kurumsal borçlanmadaki düşüş ve hane halkının borçlarını geri ödemeyi tercih etmesi, banka kredilerinin geçen ay Temmuz 2005’ten bu yana ilk kez daralmasına neden oldu. Bu durum, emlak piyasasındaki çöküşün konut alımında ve yatırımların genişlemesinde ihtiyatlı davranılmasına yol açmasıyla, Çin’in yıllardır süren zayıf kredi talebiyle mücadelesini daha da derinleştirdi. Emlak piyasasının çöküşünün ardından tüketiciler ve işletmelerin borçlarını ödeme kararlılığı, 1990’larda Japonya’nın on yıllar süren deflasyon dönemine girmesinin bir işareti olarak görülüyor.”
Çin’in çaresizliğinin bir başka kanıtı ise, 16 Ocak 2025 tarihinde Çin Halk
Bankası ve Çin’deki diğer dört büyük düzenleyici kurumun, finans sektörünü daha
da açmak için 20 yeni politika içeren bir görüş yayınlamasıdır. Bu politika,
büyük şehir ve illerde ABD finansına neredeyse tamamen açık olacak belirli pilot
serbest ticaret bölgeleri oluşturulmasını öngörmektedir. Detaylar ve uygulama
takvimi hakkında hala önemli belirsizlikler olsa da, bu görüş, ABD finans
sermayesinin hala hakim konumunun yıprattığı Çin’in finans sektörü etrafındaki
korumacı duvarlarını hızlandırmaktadır.
Petro-Dolar Döneminin Sonu
2010’ların ortalarında, ABD finans sermayesinin ve endüstriyel tekellerinin hakim konumu, bir dizi nedenden dolayı tehdit altına girmeye başladı. ABD’nin dünyanın en büyük petrol ithalatçısı konumundan net petrol ihracatçısı konumuna geçmesi, Suudi Arabistan ile ekonomik bağlarını zayıflattı. Buna, Çin’in Orta Doğu’nun en büyük petrol ithalatçısı konumuna yükselmesi ve ABD’nin hakim olduğu uluslararası finans sisteminden kopan dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biri olan Rusya’nın ayrılması da eklenince, yeni uluslararası finans sistemleri kurulmaya başlarken petrodolar sisteminin hegemonyası tehlikeye girdi.
2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi ve ardından ABD’nin yaptırımları sonrasında Rusya, ilk kez petrol satışını dolar üzerinden yapmaktan vazgeçmeye başladı. Büyük petrol sözleşmeleri yuan veya euro cinsinden yapıldı. Ardından Rusya, Batı’nın kontrolündeki finansal ağları atlatmak için sistemler geliştirmeye başladı. SPFS (Finansal Mesaj Transfer Sistemi): SWIFT’e alternatif bir yerli sistem, 2014’te Rusya Merkez Bankası tarafından başlatıldı. MIR Kart Sistemi: Yaptırımlar durumunda Visa ve Mastercard’ın yerini alacak yerli bir ödeme kartı sistemi. Rusya, aynı yıl önemli ticaret ortaklarıyla para takas anlaşmaları imzaladı. Çin ile 24,5 milyar dolar değerinde ruble-yuan takası yapıldı ki Türkiye, Hindistan ve diğerleri de bunu izledi. Bu anlaşmalar, enerji ve emtia ticaretinin doları atlatmasını sağladı.
Rusya ekonomisini çökerteceği düşünülen ABD’nin finansal yaptırımlarına rağmen, Rusya Hindistan ve Çin’e petrol satarak, rezervlerini Euro, Yuan ve altına çevirerek, 2020 yılına kadar ABD Hazine tahvillerindeki varlıklarını neredeyse sıfıra indirerek ayakta kalmayı başardı. Nisan 2024’te Rusya, Çin ile ticaretinde ABD dolarının kullanımının neredeyse tamamen ortadan kalktığını duyurdu. Uluslararası Para Fonu, 125 ekonomide Çin ile yapılan sınır ötesi ödemelerde renminbi kullanımının 2014’te %0’dan 2021’de %20’ye çıktığını tespit etti; bu ekonomilerin dörtte birinde renminbi (petroyuan) kullanımı %70’e yükseldi. 2023’te küresel petrol ticaretinin beşte biri dolar dışındaki para birimleriyle gerçekleştirildi. Suudi Arabistan’ın Çin ile derinleşen enerji bağları, renminbi cinsinden uzun vadeli petrol ticareti sözleşmelerine yol açtı. 2022’de, doların küresel rezervlerindeki payı, önceki yirmi yıla göre on kat daha hızlı düşerek 2001’deki %73’ten %58’e geriledi.
Böylece, bu hareketler pasif dolar geri dönüşüm sistemine yönelik büyük bir meydan okuma ve Çin’in finans emperyalizminin önderliğinde, ABD’nin yörüngesinden kopan isyancı alt emperyalizmlerin öncülüğünde çoklu para birimi manevrasına doğru bir geçişin sinyallerini vermeye başladı. 2018 yılında Suudi Arabistan’ın Çin’e yuan ile yaptığı ilk petrol ihracatı, petrol satışının sadece dolar ile yapılması yönündeki on yıllardır süren uluslararası anlaşmaları sona erdirdi ve İran da kısa süre sonra petrol satışının dolar ile yapılmasını yasakladı. Daha fazla ülke petrol alımlarını başka para birimlerinde gerçekleştirirse, bu durum uzun vadede doların hakimiyetini tehlikeye atabilir. Bu gerçeklik, 2016 yılına kadar Çin’in ihracat finansmanı sermayesinin meteorik yükselişiyle birleşerek, Çin finansmanı ile ABD arasında küresel hakimiyet için ilk çatışmaların bazılarının yaşanmasına yol açtı.
Petrodolar sisteminin çöküşü, ABD finansının doğrudan kontrolü altında ve Arap
alt-emperyalizmine bağımlı olmayan rekabetçi bir ABD petrol tekelinin
yaratılmasıyla birleşince, ABD finans sermayesinin stratejik konumu önemli
ölçüde değişti. ABD finans sermayesi, artık Çin merkezli yeni emperyalist bloğu,
böl ve yönet manevralarından oluşan karmaşık bir diziyle kontrol altına almak ve
ortadan kaldırmak için pozisyon aldı. Bununla birlikte, ABD emperyalizminin
bugün kullandığı araçlar, neredeyse bir asırdır süren emperyal hegemonyası
boyunca kullandıklarından farklı değildir.
2020 Finansal Krizi ve İlk Ticaret Savaşı
ABD’nin finansal hakimiyetini destekleyen petrodolar sisteminin giderek çökmesiyle, ABD 2018’de geçmişte kullandığı yöntemleri tekrarlayarak ticaret savaşı stratejilerini uygulamaya başladı. Emperyalizm ve onun kâr birikimi için hayati önem taşıyan borçların büyümesi, GSYİH’nın düşüşüyle karşı karşıya kalmıştır. Sonunda, GSYİH sorununu daha da kötüleştiren borçların satılmaya devam edilmesi için daha fazla faiz alınır ve bu da kaçınılmaz olarak temerrüde ve potansiyel bir savaş patlamasına yol açar. Böylece, ABD ve Çin, finansal temerrüde hazırlanırken savaşa da hazırlanmaktadır.
Subprime mortgage piyasalarının ve yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşünün ardından Çin ve ABD’nin 2008 finansal krizinden kurtulmak için başvurdukları yöntemler, başka bir küresel finansal krizi kaçınılmaz hale getirecektir. 2008’den sonra küresel kurumsal borçlarda büyük bir artış yaşandı ve bu borçlar 2009’da dünya gayri safi hasılasının %84’ünden 2019’da %92’sine yükseldi. 2019 yılına gelindiğinde, küresel borç 2008 finansal krizine göre %50 daha yüksekti. Bu durum, herhangi bir önemli ekonomik gerilemenin, yüksek borçlu şirketlerin temerrüde düşme riskine girmesine neden olacağı bir ortam yarattı. Sermayenin aşırı birikimi, karlı bir çıkış yolu olmayan gayrimenkul, teknoloji ve şirket tahvillerinde balonlara yol açtı. 2017 yılına gelindiğinde, küresel büyümenin zirveye ulaştığı söylenirken, ertesi yıl sanayi üretimi sürekli bir düşüş yaşadı ve IMF, düşük faiz oranlarına rağmen 2019 yılına kadar dünya ekonomisinin “senkronize bir yavaşlama” sürecinden geçtiğini açıkladı. Bu durum, bir sonraki ekonomik krizin kaçınılmaz olarak patlak vermesi halinde bir “borç bombası”nın patlayacağına dair korkuları artırdı. Böylece, büyük bir ekonomik krizin tüm işaretleri çoktan ortaya çıkmıştı.
2018’de ilk Trump yönetimi, Çin’e yönelik ilk gümrük vergileri ve ticaret engellerini açıkladı. Gümrük vergileri, ÇKP’nin “Çin’de Üretilen 2025” sanayi politikasına uygun sektörleri orantısız bir şekilde hedef aldı: yarı iletkenler, robotik, havacılık, biyoteknoloji vb. Amaç, adil ticaret değil, Çin’in yüksek değerli üretimdeki gelişiminin stratejik olarak bastırılmasıydı. Milliyetçi söylemlere rağmen, ABD emperyalizmi, Çin’i pazarlarını açmaya ve ABD finansının süper kârlarını sürdürmesi ve Çin finansının gelişen gücünü geri püskürtmesi için daha fazla erişim izni vermeye zorlamak için gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullandı. ABD, bankalar ve sigorta şirketlerinin yabancı sahipliğine getirilen kısıtlamaları gevşetmeyi ve ABD tekellerini korumak için fikri mülkiyet haklarının uygulanmasını güçlendirmeyi amaçladı. Gümrük vergileri, Biden’ın CHIPS Yasası, ulusal güvenlik gerekçeli ihracat yasakları (yarı iletkenler, yapay zeka) ve sermaye akışlarına ve tedarik zincirlerine doğrudan devlet müdahalesi gibi endüstriyel sübvansiyonları meşrulaştırmak için yapay bir kriz yaratılmasına yardımcı oldu. Gümrük vergileri, küresel ticaret ve üretimin yavaşlamasını hızlandırdı. Ticaretin yavaşlaması, endüstriyel kârları azalttı ve yatırım talebini boğdu. Sermaye giderek spekülatif ve hayali formlara (gayrimenkul, hisse senetleri, şirket tahvilleri) akın etti ve bu da varlık balonlarına ve istikrarsız finansal yapılara yol açtı.
Eylül 2019’daki repo piyasası paniği, ABD bankalararası kredi sisteminin durmasıyla birlikte ilk sarsıntı oldu ve Federal Rezerv’i COVID’den aylar önce yüz milyarlarca dolarlık likidite enjekte etmek zorunda bıraktı. Pandemi, krizin temel nedeni değildi; daha çok bir katalizör ve sis perdesi görevi gördü, egemen sınıfın suçu başkasına atmasına, devasa borçları haklı göstermesine ve büyük kurumsal finansal tekellerin daha da konsolide olmasını finanse etmesine olanak sağlarken, korku, kafa karışıklığı ve olağanüstü hal politikalarıyla işçi sınıfının mobilizasyonunu bastırdı. 2020 çöküşü, Şubat sonu ve Mart ayında önemli endekslerin %20 ila %30 düşmesiyle Büyük Buhran’dan bu yana en kötüsü oldu. Çöküşün ardından, küresel borsalar çakıldı, talep çöktü ve milyonlarca küçük işletme ve işçi yıkıma uğradı. Ancak, neredeyse anında, en büyük şirketler toparlandı ve bazıları aynı yılın sonunda rekor kârlar elde etti. Bu, üretim, inovasyon veya artan talep tarafından yönlendirilen bir toparlanma değildi, devlet tarafından tasarlanmış bir servet ve iktidar transferiydi. Teknoloji devleri Amazon, Apple, Google, Microsoft, Facebook (Meta) her sektörde daha da hakim hale geldi, on binlerce küçük ve orta ölçekli perakendeci kalıcı olarak kapandı, Walmart, Target, Home Depot ve diğerleri pazar paylarını genişletti, BlackRock ve Vanguard gibi varlık yöneticileri neredeyse tüm büyük firmalardaki hisselerini artırdı.
Yüz milyarlarca dolarlık enjeksiyon, Trump’ın gümrük vergileriyle birleşerek 2020’de doların değerini %10-20 oranında çökertmeye ve nihayetinde 1985’te Japonya’ya yapıldığı gibi, mevcut Çin finans ve konut krizinin zeminini hazırlamaya yaradı. Nixon’un 1970’lerde krizin gelişmesini bekleyerek kibirli Avrupalı ve Japon müttefiklerine politikalarını dayatması gibi, ABD burjuvazisi de bankalara hücumun önlenmesi için bazı sermaye enjeksiyon önlemleri almak zorunda kalsa bile aynı şeyi yapacaktı. COVID, doların devalüasyonu ve gümrük vergisi stratejisi için uygun bir bahane oldu. Mart ayındaki çöküşün ardından birkaç gün içinde Federal Rezerv faiz oranlarını sıfıra düşürdü ve 700 milyar dolarlık niceliksel genişleme başlattı. Nakit akışı ekonominin ısınmasına ve sonunda büyük ölçekli enflasyona yol açtı, bu da işçilerin pazarlık gücünün artmasına ve dolayısıyla grevlerin yaygınlaşmasına neden oldu. Hisse senetleri fiyatlarını geri kazanmaya başladı ve Nisan ayına kadar çoğu büyük ekonominin GSYİH’si salgın öncesi seviyelere geri döndü veya bu seviyeleri aştı.
Çin’in karantina politikası, finansal krizin etkilerini hafifletmek için tedarik zincirinin organizasyonuna daha fazla devlet müdahalesine izin verdi. 2020’nin ikinci çeyreğinde, Çin fabrikaları büyük ölçüde yeniden faaliyete geçerken, ABD ve Avrupa endüstrileri kapalı kaldı ve tıbbi malzeme talebindeki artış, ülkeye büyük karların akmaya devam etmesini sağladı. Çin’in sıkı karantina kuralları, sermayenin iç talebi aşırı ısıtmadan küresel pazarlara yönlendirilmesine ve pandemi yönetimi bahanesiyle işgücü disiplinini artırarak kısa vadede işçi militanlığını ve ücret baskısını azaltmasına olanak tanıdı.
2020 yılına gelindiğinde, Çin’in GSYİH’si yıllık bazda %6,8 daraldı ve 1976’dan bu yana ilk kez resmi olarak düşüş kaydedildi. Karantina önlemleri iç ekonomiyi felç ederken, sanayi üretimi %13,5, perakende satışlar ise %20,5 düştü. Devlet, varsayılan teşvik mekanizmasına, yani altyapı harcamaları ve inşaat sektörüne yöneldi. Batı ekonomileri karantina önlemleri alırken, Çin’in tıbbi malzeme talebi dünya çapında arttı. Çin’in ticaret fazlası rekor seviyeye ulaşarak sanayi üretiminin toparlanmasını destekledi. Sermaye ABD dolarından kaçarak Çin’in nispeten istikrarlı finansal sistemine akın edince, renminbi 2020 sonunda dolar karşısında %6’nın üzerinde değer kazandı. Çin Halk Bankası, döviz piyasasına müdahale ederek, rezerv gereksinimlerini düşürdü ve doları dolaylı olarak satın alarak yükselişi durdurmaya çalıştı. Bu yöntem, 1970’lerde ve 1980’lerde Japonya’nın para biriminin değer kazanmasını önlemek için kullandığı yöntemlerin aynısıydı. 2020 sonrası dönemde inşaat şirketlerine sağlanan muazzam kredi genişlemesi, 2021-23 yıllarında Evergrande krizinin tohumlarını attı ve şirket 300 milyar dolarlık borcunu ödeyemedi. 2021-23 yıllarında fiyatlar ve satışlar çöktü ve bunun etkileri bankacılık, hane halkı serveti ve yerel yönetimlere sıçradı. Teşvikler, kapitalist krizlerin klasik bir özelliği olan konut, altyapı ve endüstriyel sermayede kapasite fazlası yarattı.
2021’de Evergrande’nin çöküşü bir likidite krizini tetikledi, 50’den fazla
inşaat şirketinin temerrüde düşmesine ve emlak satışlarında keskin bir düşüşe
yol açtı. Yeni inşa edilen konut satışları 2023’te %6 düşerek 2016’dan beri
görülmemiş seviyelere geriledi. Konut fiyatları yaklaşık %30 düştü ve bu da
yaklaşık 18 trilyon dolarlık hane halkı servetinin yok olmasına neden oldu.
Çin’e yapılan doğrudan yabancı yatırımlar önemli ölçüde azaldı ve 2023 yılının
ikinci çeyreğinde 2021’in aynı dönemine göre %94 düşüş gösterdi. Borçlu yerel
yönetimlerin, Çin Halk Bankası’nın devlet bankaları aracılığıyla aktarabileceği
nispeten küçük meblağların ötesinde nereden finansman bulabilecekleri
belirsizdir. Çin şehirleri, pandemiye bağlı harcamaları ve altyapı projelerinin
maliyetini karşılamak için son yıllarda büyük miktarda borçlanarak, çoğu konut
sektöründe olmak üzere yaklaşık 15 trilyon dolarlık borç biriktirdi. Bu, Çin’in
finans ve bankacılık sektörünü çökertme riski taşıyan artan borç krizini önlemek
için yabancı sermayeye giderek daha fazla ihtiyaç duyduğu anlamına geliyor.
Dolayısıyla, mevcut ticaret savaşı politikalarının, Çin’in endüstriyel kârlarına
zarar vererek Çin sermayesi üzerindeki baskıyı artırmayı ve mevcut krizi daha da
şiddetlendirerek Çin finansının ABD sermayesinin nüfuzuna daha fazla açılmasını
zorlamayı amaçladığını anlayabiliriz.
Mar-A-Lago Anlaşması ve Altın Madeni
Mar-A-Lago Anlaşması, ABD emperyalizminin önümüzdeki yıllarda izleyeceği daha geniş stratejiyi özetleyen bir politika belgesidir. Bu belge, Beyaz Saray Ekonomi Danışmanları Konseyi Başkanı Stephen Miran tarafından hazırlanmış ve mevcut Hazine Bakanı Scott Bessent tarafından desteklenmiştir. Plan, esasen Bretton Woods’un sona ermesinden bu yana ABD emperyalizminin uyguladığı önceki taktiklerden yola çıkmaktadır. Bu, ABD sermayesinin 20. yüzyılın sonlarında Alman ve Japon endüstrisine yaptığını Çin endüstrisine yapmak için attığı stratejik bir adımdır; ancak, ABD’nin göreceli gücü göz önüne alındığında, önceki yüzyılda olduğu gibi bu hükümetleri mücadele etmeden böyle bir “gönüllü anlaşmaya” razı olmaya zorlayamayacaktır. Bu nedenle, Çin finans sektörüne nüfuz etmek için nükleer seçeneği kullanmaya çalışırken, ABD burjuvazisi bu seçeneğin doğru uygulanmaması halinde yıkıma uğrama riskini göze alıp, küresel ekonomik hegemonyasını korumak için çaresiz bir hamle yapmaktadır. Bu hamle, periyodik ekonomik çöküşleri gerekli bir yan hasar olarak kabul eden mevcut yönetimin ilk hamlelerine büyük ölçüde karşılık gelen aşamalar halinde gerçekleşecektir.
Mar-A-Lago Anlaşması, Nixon’un ABD’yi altın standardından çıkardığı ve ardından 1985 Plaza Anlaşması ile tekrar uyguladığı gibi, diğer dünya para birimlerinin değer kazanması yoluyla doların dünya çapında devalüasyonunu öngörüyor, ancak bu sefer ABD’nin Doların altın veya kripto para birimine yeniden sabitlenmesi ve yeni elektronik gözetim teknolojilerinin yardımıyla hangi ülkelerin rezerv olarak ABD doları tutmasına izin verileceği ve verilmeyeceği kontrol edilecek. Amaç basit: ABD ihracatına hala bağımlı olan ve felaket niteliğinde bir bankacılık krizinden kaçınmak için sermayeye susamış Çin finans ve sanayisini daha da çökertmek. Çin’in küresel ticaret aracı statüsünü korurken, dolar erişimini tamamen keserek mallarına küresel bir abluka uygulayacağı tehdidinde bulunmak. Giderek borçlanan ABD emperyalizminin, giderek borçlanan Çin emperyalizmini fethetmesi için, ABD emperyalizmi bir kez daha kredilerini temerrüde düşürmek zorunda kalacak ve ABD’nin finansal holdingleri dünyayı konsolide etmeye ve yutmaya devam ederken, diğer dünya emperyalizmlerini derinleşen finansal bağımlılığa zorlamak için askeri gücünü kullanacaktır.
Rusya’da doların kullanımından vazgeçme eğilimi olmasına rağmen, bu süreç dünyanın geri kalanında ve hatta Çin emperyalizmine bağımlı blok içinde bile henüz başlangıç aşamasındadır. ABD hala küresel döviz rezervlerinin yaklaşık %50-60’ını elinde bulundurmaktadır ve şu anda başka hiçbir para birimi doların yerini alabilecek nitelikte değildir; ancak BRICS ülkeleri arasında alternatif bir para birimi konusunda yapılan görüşmeler ABD emperyalizmini korkutmaktadır. Petrodolar geri dönüşüm sisteminin çöküşünün sonucu olarak dünya rezerv para birimi olarak doların karşı karşıya olduğu artan zorlukların farkında olan plan, ABD’nin askeri gücünü kullanarak ülkeleri takas edilemeyen 100 yıllık tahvillere yönlendirerek esasen ABD’nin askeri korumasını satın almaya zorlayarak doların ve ABD finans sermayesinin egemen rolünü korumayı amaçlamaktadır. Etki gücü kazanmak ve diğer ülkeleri bu düzenlemeyi kabul etmeye zorlamak için plan, enflasyonu azaltmak amacıyla yüksek faiz oranları ile birlikte sert gümrük vergilerinin uygulanmasını öngörmektedir. Benzer şekilde, plan, Hazine Bakanı’ndan, mevcut ABD hazine tahvillerini elinde bulunduran yabancı hükümetlere, ülkenin ABD politikalarına uyumuna göre cezai olarak değiştirilebilecek en az %1 oranında faiz vergisi uygulamaya başlamasını talep etmektedir. Bu, dünya çapında ABD güvenlik güçlerinin çekilme tehdidiyle birleştirilerek, daha düşük gümrük tarifelerine geri dönülmesi için müzakerelerle birlikte, para birimlerinin yeniden değerlenmesi ve 100 yıllık tahvillere “gönüllü” tahvil takası konusunda anlaşma sağlamak için kullanılacak.
Petrodolar sisteminin ölümüyle birlikte, ABD burjuvazisi, önce para birimini kendi lehine devalüe etmek ve bir anda küresel rezerv para birimi olarak kalma gücünü korumak için altın varlıklarını kullanmaya geri dönüyor. Bretton Woods dönemindeki seviyelerine sabitlenmiş olan altın fiyatının ABD Hazine Bakanlığı tarafından yeniden değerlenmesi, diğer para sistemlerine doğru gelişen dönüşü zayıflatmaya yardımcı olacaktır. BRICS ülkeleri toplamda 5.700 ton altın rezervine sahiptir. Bu, küresel altın rezervlerinin %16’sına tekabül eder ve son birkaç yılda altın rezervleri önemli ölçüde artmıştır. Goldman Sachs, Çin’in resmi açıklamalardan 10 kat daha fazla altın satın aldığını bildirmiştir. BRICS ülkeleri altın destekli bir dijital para birimi ilan ederse, daha düşük işlem maliyetleri ve döviz sorunları ile BRICS burjuvazisi için milyarlarca dolarlık kar getirebilir. Buna ek olarak, Çin, germanyum, galyum, lityum gibi dünyadaki nadir toprak minerallerinin %80’ine sahiptir ve Rusya, metalden fosil yakıta ve tarıma kadar çeşitli emtiaların deposudur. Ancak altın gücünün dengesi, toplam küresel rezervlerin %49’unu oluşturan 17.500 ton altın rezervine sahip G7 ülkeleri lehine hala eğilimlidir. Amerikan altın rezervlerinin piyasa seviyelerine yeniden değerlenmesi, altının uluslararası değerini de önemli ölçüde artırabilir ve böylece BRICS ülkeleri için, yakın zamana kadar düşük fiyatlarla yapabildikleri altın rezervlerini oluşturma fırsatını ortadan kaldırabilir.
Böylece, iki devletin alt emperyalizmleri arasında silahlanma yarışı ve aktif
savaşın tüm dünyada patlak verdiği bir ortamda, finansal bloklar küresel ticaret
üzerinde para sistemlerinin hakimiyetini sağlamak için aceleyle rezervlerini
artırırken, hammadde ve altın üzerinde doğrudan kontrol sağlamak için klasik
emperyalist tarzda küresel bir mücadele yaşanmaktadır. ABD finansı, Trump’ın
tıpkı Nixon gibi imparatorluğu sona erdirmek ve dünya savaşını önlemek adına
politikalarını uyguladığını iddia etmesine rağmen, Trump altında dünyanın tam
hakimiyetini elde etmeye devam ediyor. Ekonominin çeşitli kaldıraçlarını
manipüle etmeye çalışan zeki burjuvazi, istenen sonucu elde etmek için burada ve
orada az ya da çok kaldıraç uygularken, ekonomik sistemleri felaketle
sonuçlanacak bir yönde ilerlemeyi sürdürüyor.
Sivilleri arayıp öldüren “akıllı” silah sistemlerinin ve insansız hava araçlarının üretimi ve kullanımına tanık oluyoruz.
İşlerinin bir kısmını yerine getirebilen otomatik programların devreye girmesiyle çevirmenler, teknik destek çalışanları ve çağrı merkezi çalışanlarının işsiz kaldığını görüyoruz.
Sınıf mücadelesi, emekçiler ve hatta bu tehdidin farkına varan entelektüellerin mücadelesinde çok daha sert adımlar gereklidir.
Parti, burjuva rejimin sürdürülmesinde en modern teknolojinin rolü konusunda da
kendini güncellemelidir.
Sözlerimizi Net Kılalım
Marx bize bilim ve zekanın, geçmiş nesillerin yaratıcılığının ve emeğinin etkili koruyucuları olan makinelerde, kişisel olmayan bir toplumsal miras olarak somutlaştığını öğretmişti. Zeka (içini görmek anlamına gelir) her zaman yapaydır. Sadece küçük burjuvazi, entelektüeller, kendi tanımlanamaz, bireysel zekalarına inanır ve onu sahiplenir. Çünkü ondan bir meta yapmaya ve onunla geçimini sağlamaya çalışır. Öyleyse, burjuvazinin bu hayali özerklik övüncesini de elinden almak için yapay zekayı hoş karşılayalım.
Bu eski bir hikaye. Yazının icadından beri, özellikle iyi ve zengin hafızaya sahip yaşlıların gençlere anlattığı masallara ihtiyaç duymadık. Pisagor’un tablosunu duvara astığından beri, yedi kere sekizin elli altı ettiğini kimsenin hatırlamasına gerek kalmadı.
Bireyciliği tahrik etmek için onlara Kişisel Bilgisayarlar adını verdiler: sonra ağa bağlı olmadıklarında işe yaramadıkları keşfedildi. Zeka ağdadır.
Sınıfların üstünde zeka yoktur. İşçi sınıfının zekası Komünist Partisidir. Komünist Partisi, bir amaç, bir doktrin ve bir eylem için disiplinli bir gruptur, bireylerin ötesine geçer ve dünün ve bugünün komünistlerini aynı tarihsel program etrafında birleştirir. Devrimci zeka, komünizmin tarihsel ihtiyacından doğar ve metinlerimizin sayfalarında saklanır.
Bu ölmekte olan topluma duyduğumuz nefret ve hor görme duygularının ve komünizme olan tutkumuzun, partinin teorik kalesini sağlam tutmak için geniş kütüphanemizde değerli diyalektik silahları daha çabuk bulmasına yardımcı olacak herhangi bir otomatik elek varsa, hoş gelmiş! İhtiyar köstebek, veri işleme alanında bile, her zaman devrim için kazmaya devam eder.
Burjuvazi bile metinlerinde alıntılar arayacaktır. Yakında bir sonraki savaş
veya şovenist ya da ırkçı bir kampanya için propaganda makalesine ihtiyaç
duyulacak mı? Yapay zekaya soracaklar. Ancak devrimler propaganda ile
belirlenmez. Aksi takdirde, iktidar sınıfı her zaman sınıf zekasının tekeliyle,
bugün de yapay, sonsuz ve çok daha yaygın indoktrinasyon ve tahrifat araçlarına
sahip olduğu için, tarihte hiçbir devrim olmazdı.
Eski Tekelci Kapitalizm
NVIDIA gibi şirketlerin sözde yapay zeka patlaması sayesinde rekor kârlar elde ettiği teknoloji sektörü, uzun süredir tekelci şirketlerin hakimiyetindedir. Ancak bugün bazılarının “tekno-feodalizm” olarak adlandırdığı, ne yeni ne de burjuvazi öncesi bir olgudur.
Bir süredir, özellikle Amerikan ve Çinli dev tekeller, entelektüel çalışma ve genel olarak hesaplamaların yürütülmesi için kendi araçlarını, işletim sistemlerini ve uygulamalarını dayatarak orantısız karlar elde etmektedir. Mikroişlemci üretiminde de benzer tekeller oluşmuştur.
Bu ürünler, şirketler tarafından sabit sermaye olarak veya kişisel tüketim için kullanılıyor ve bir uygulamanın kullanımı için lisans ücreti veya bir bulut sunucusuna erişim ücreti ve yarın ise “yapay zeka” için ücret ödeniyor.
Reklam toplama ve posta siparişi satışlarında yüksek bir yoğunlaşma sağlanmış ve bu durum küçük tüccar burjuvazi için yıkıcı sonuçlar doğurmuştur.
Pazarlar üzerindeki tekelci kontrolü sayesinde, Google, Amazon vb. gibi büyük şirketler, hizmetlerinin fiyatlarını üretim maliyetinin çok üzerinde belirleyebilmektedir. Bu büyük holdingler, muazzam mali kaynakları sayesinde herhangi bir rakibi satın alabilmektedir. Bu tekelci sermayenin gücü, rakiplerini ezmek için belirli bir süre kâr etmeden faaliyet göstermelerine bile olanak tanımaktadır. Geçen yüzyılın sonuna kadar, Avrupa ülkelerindeki tüm donanım ve yazılım üretimi ortadan kaldırılmıştır.
Dolayısıyla bu sadece tekel rantıdır. Büyük emperyal devletlerin enerjik koruması altında yaratılan ve rakiplere karşı sürdürülen tekeller. Yazılım ürünlerinin fiyatının çoğu rant, neredeyse hiç yeni artı değer yoktur.
Bu gelir, dünyanın diğer tüm ülkelerinde üretilen artı değerden düşülür. Örneğin, Avrupa’dan “hizmetler” başlığı altında Amerika Birleşik Devletleri’ne akan muazzam bir servet akışı. Kapitalistler, bu anlaşmazlığı “çözmek” için de dünya savaşına hazırlanıyorlar.
Dahası, her tekel mutlak ve sınırsız değildir. Yeni bilimsel keşifler ve yeni icatlar etrafında, eski ve yeni tekeller arasında, uluslar içinde ve karşıt bloklar arasında ekonomik bir savaş verilmektedir. Örneğin, yeni Çin uygulaması DeepSeek’in duyurulması, yatırımcılar ABD’nin Çin’deki emperyal rakiplerine karşı sahip olduğunu düşündükleri avantajın kırılganlığını fark eder etmez ABD borsalarının çökmesine neden oldu.
Tayvan stratejik bir yarı iletken merkezi haline geldi, ancak Çin, ironik bir şekilde Biden yönetimi sırasında uygulanan ambargo tarafından teşvik edilerek bu sektördeki kapasitesini artırıyor.
Kapitalizmde, teknolojik ilerleme bile barış getirmez. Bunun yerine, teknolojik
tekellerin küresel yayılması emperyalist egemenliğin bir aracı olarak işlev
görür ve bunun tersi de geçerlidir. Bilgi teknolojisi hizmetleri ulusal ve
askeri altyapıların ayrılmaz bir parçasıdır, yapay zeka ise savaşta giderek daha
fazla kullanılmaktadır. Bu teknolojiler, en büyük stratejik öneme sahip üretim
alanları olan enerji kaynakları ve üretimi, yarı iletkenler ve bu sistemleri
kurmak ve sürdürmek için eğitilmiş teknisyen ve bilim insanları arasında rekabet
eden ana emperyalist blokların etkisini genişletmektedir.
Yapay Zeka Kapitalizmi Kurtaracak Mı?
Kapitalistler, özellikle eski ulusal sanayileşmelerde, kâr oranlarının düşüşünü durdurmak, hatta tersine çevirmek için yapay zekaya güveniyorlar. Yeni bir “bilgisayar devrimi” hayal ediyorlar ve sektöre devasa yatırımlar yapmaktan bahsediyorlar, sadece ABD’de 500 milyar dolar.
Ancak kapitalizmin düşüşü veya toparlanması, yalnızca teknik bir gerçeklik ya da belirli bir üretim sektörüne özgü bir olgu değil, genel bir ekonomik ve tarihsel olgudur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki on yıllarda ve 1975 krizine kadar süren üretken coşku, örneğin otomobillerin yaygınlaşması ve satışıyla sağlanmadı; aksine, toparlanma, savaşın yıkımının ardından gerekli hale gelen yeniden yapılanma üzerine kuruldu ve bu da zorlu bir on yılın ardından iç tüketimin de genişlemesini sağladı. O zamandan beri kriz sürmekte ve “bilgisayar devrimi” nedeniyle değil, Asya pazarlarının açılması nedeniyle hızlanmamıştır. Bugün bu pazarlar da doymuş durumdadır.
Gerçek üretim maddedir. Bilgi teknolojisi gibi kendi piyasa değeri olmayan, sosyal yeniden üretimi için ortalama fiyat olarak anlaşılan maddi olmayan bir malın fiyatının talep edilebilirliği, yalnızca onun tekelini koruyan güce bağlıdır. Bu, devletler ve devletler arası ilişkiler, diplomatik ve askeri ağırlık gibi değişken olaylara tabidir.
Pisagor ve mirasçıları, onun tablosuna bakan herkesten para almıyor mu? O halde, yapay zeka hakkında yapılan tüm bu propagandanın sonunda sadece bir balon olduğu ortaya çıkabilir ve bir noktada, Dot-com’larda olduğu gibi patlayabilir.
Savaş sonrası dönemde, askeri amaçları da olan “uzay yarışı”na yapılan devasa
yatırımları hatırlayın: tek bir dolar bile kazanılmadı. Bugün milyarderler
Mars’a turistik geziye gitmek istiyorlar: keşke bu gerçek olsaydı.
Ölü Emek
Yapay zeka, kapitalin çok eski zamanlardan beri kullandığı tüm otomasyon biçimleri gibi, “ölü emek”in vücut bulmuş halidir. İnsanlar bu makineleri yaratmak için çalıştı, ardından bu makineler, yeni işçilerin yardımıyla veya bazen bakım dışında neredeyse hiç yardım almadan, eskiden zanaatkarlar veya daha uzman işçiler tarafından yapılan işleri yapmaya başladı.
Bu teknik otomasyon, başlangıçta üretimi ve geliştirilmesi pahalı olsa da, büyük ve devrimci etkileri vardır: emek verimliliğini artırır; daha büyük ölçekte üretimi gerektirerek aşırı üretim krizlerine katkıda bulunur; canlı emeğin değerini aşan ölü emek, kâr oranının düşmesine neden olur. Bu, birikimin durmasıyla sonuçlanan bir dinamiktir ve sermaye, bu sorunu sömürü oranını artırarak ve nihayet emperyalist savaşlarla çözmeye çalışır.
Kapitalizm, “zekâ” eksikliğinden dolayı krize girmez; kapitalizmin gelişimini en
iyi şekilde yönlendiren – üretkenlik, üretim, ticaret vb. alanlarda – en üst
düzey kapitalist zekâ, aynı zamanda onu patlamaya mahkum eden çelişkilerin
birikmesine en hızlı şekilde yol açan zekâdır. Yapay zekâ kapitalizm için
kapitalistlerden daha iyi iş çıkarabilirse, bu kaçınılmaz olarak kapitalizmin
çöküşüne ve nihayetinde komünizme yaklaşacaktır.
Nasıl Çalışıyor
Bilgisayar programları, daha önce insan zihnine özgü olan karmaşık işlevler de dahil olmak üzere, her türlü işlevi çok daha hızlı bir şekilde yerine getirmek için uzun süredir kullanılmaktadır: hesap makineleri, büyük sayı kümelerini işleyen programlar ve hatta satranç oynamak!
Ancak yapay zeka derken, özellikle şu anda kullanılan ve otomatik cümle tamamlama işlevine çok benzer bir şekilde insan dilini işleyebilen, verilen bir kelimenin ardından gelmesi en olası kelime dizisini bulan büyük ölçekli dil modelleri (LLM) anlamına geliyoruz. LLM aşamasına gelmek için onlarca yıllık çalışma ve deneyim gerekti.
Önemli bir ilerleme, bir sonraki kelimeyi tek tek tahmin etmek yerine, cümlenin önemli kısımlarını belirleyen ve bunları bir bütün olarak çeviren “dönüştürme” prosedürlerinin icadı oldu. Matematiksel araç, kelimeler arasındaki ilişki sıklığının hesaplanmasına dayanan “sinir ağları”dır: örneğin, “elma”-“ağaç” için 90, “elma”-“Newton” için 5 veririz. Açıkçası, kombinasyonların sayısı çok fazladır, bu nedenle çok güçlü bilgisayarlar gereklidir.
Hata olasılıkları açıktır: “Newton elmayı yedi” cümlesi “zeka”yı krize sokabilir.
Daha da büyük bir sorun ise, kopyalanan metinlerin güvenilirliğidir. Kullanıcılar tarafından oluşturulan, modaların ve egemen ideolojinin etkilediği büyük arşivlerdeki Büyük Verilerde istatistiksel olarak görünenler, mutlaka doğru değildir. Bizim için gerçek ve devrim, aksine, şüphe, paradoks ve bariz olanın reddedilmesinde yatmaktadır.
Dahası, çevrimiçi arşivlerdeki metinlerin giderek daha fazlası, akademisyenler
tarafından değil, yetersiz kişiler tarafından, hatta yapay zeka tarafından
üretilecek ve bu yapay zeka, modelleri kendi içlerinde çökertip gerçekten absürt
sonuçlar üreterek “kısa devre” yapabilir.
Makinelerin Rekabeti
Gelecekte, şu anda insanlar tarafından yapılan işler için daha güvenilir sistemler sağlamak amacıyla dil analizi kullanılacak ve insanlar işsiz kalacak. Bu tür otomasyon, entelektüel faaliyetlerde bulunanlar için bile ücretlerin düşmesine yol açacaktır. Kişinin eserinin telif hakkının tanınmaması zaten bir gerçektir. Hollywood senaristleri sendikası 2023’te kendini korumak için mücadele etti ve bazı kazanımlar elde etti, ancak bu uygulamalardan etkilenen işçilerin çoğu sendika üyesi değildir. Ve birçok sendika, sınıf karakterini yitirmiş olduğundan, sözleşmelerinde koruma talep etmemektedir.
Tarihsel olarak, işçiler otomasyonun işçilerin becerilerini azaltma ve işgücünü
değersizleştirme çabalarına direnmiştir. Ludditler bu direnişin embriyonik bir
biçimiydi. Bugün diyoruz ki: sermaye yeniliklerini uygulayabilir, ancak işçiler
yaşam koşullarını korumak için mücadele etmeye devam edecek.
Dünyayı Tersine Çevirmek
Bugün, yapay zeka en tekrarlayan işlerin yerini almıştır ve bazı entelektüel faaliyetlerde yardımcı olmaktadır, ancak uygulamaları, herhangi bir tekniğin rasyonel ve tüm insanlığın yararına kullanılmasına engel olan kapitalist üretim tarzı tarafından sınırlandırılmaktadır.
Kapitalizmin kölelerini destekleyememe yetersizliğinin artması, işçi sınıfını insanlık dışı etkilerine karşı örgütlenmeye ve onu dünya çapında yıkmaya itecektir. Bu, kapitalizmin amansız yozlaşmasına karşı en etkili sınıf silahları olan işçilerin dayanışması ve patronlara ve onların kuklalarına karşı koordineli grevlerin yeniden canlanmasıyla mümkün olacaktır. O zaman, Komünist Partisinin önderliğini takip ederek, daha da ileri gidebilir ve komünizm için bu sınıf savaşında mücadeleye öncülük edebiliriz.
Kapitalizmin artık var olmayacağı, işçi sınıfının tüm dünyada zafer kazanacağı
bir gelecek beklenmektedir. O zaman mevcut teknikleri ve kardeş insanlığın
yaratabileceği yeni olağanüstü teknikleri, insan türünün iyiliği ve gelişimi
için kullanabileceğiz.
Gazze’deki proleterler, 7 Ekim 2023’ten bu yana ilk kitlesel gösterilerde binlerce kişi olarak sokaklara döküldü.
Ve bunu İsrail’e karşı savaş, Direniş Ekseni, “Ürdün’den denize kadar özgür bir Filistin” için şehit olmak amacıyla sloganlar atarak yapmadılar, “Hamas dışarı” diye bağırarak ve savaşın sona ermesini talep ederek yaptılar.
Gazze’nin proleter ve mirasından mahrum kitleleri gerçekten harekete geçti, ama Hamas ve İsrail burjuva devletinin istediği ve peşinde olduğu savaşa karşı.
Gösteriler geçen Salı, 26 Mart’ta, savaştan en çok zarar gören kasabalardan biri olan Beit Lahia’da, birkaç yüz kişinin katılımıyla başladı. Ertesi gün gösteriler büyüdü ve sadece kuzeydeki Jabilya’ya değil, aynı zamanda Gazze şehrinin doğusunda ve güneybatısında bulunan Shejaiya ve Zeitoun mahallelerine ve Şeridin merkezindeki Nuseirat mülteci kampına da yayıldı. Sadece üç gün sonra, Perşembe günü, gösterilerin yoğunluğu azaldı.
Hamas’a karşı ve savaşın sona ermesi için atılan sloganların yanı sıra eylemlerin en önemli yönlerden biri, Filistin bayrağının bile dalgalanmaması, sadece birkaç beyaz bayrağın dalgalanmasıydı.
Şiddetli baskıya rağmen sokaklara dökülen Gazze proletaryası, Hamas’a ve savaşa verdikleri desteğin sadece propaganda olduğunu gösteriyor.
Geçen Ocak ayında yapılan genel toplantıda Gazze ve Ortadoğu’daki savaşla ilgili raporumuzda şöyle yazmıştık: “İsrail bombaları geçici olarak yağmayı bıraktığına göre, Hamas’ın savaşın getirdiği koşullarda 2 milyon 300 bin insanı kontrol altında tutması kolay olmayacak.”
Bu öngörü doğrulandı: 15 ay süren katliamların ardından barış sağlandı, ancak bombalamalar yeniden başladığında binlerce işçi “yeter artık” diyerek bombaların altında ölmektense Hamas’ın elinde ölmeyi tercih etti.
Ailesi, önceki günlerdeki gösterilere katıldığı için Hamas militanları tarafından işkence edilerek öldürüldüğünü iddia ettiği genç bir adamın cenazesi küçük bir cenaze alayı haline geldi ve 6 Filistinlinin daha işbirliği suçlamasıyla idam edildiği iddia edildi.
Çatışmanın diğer tarafında, İsrail’de, sadece iki ay süren ateşkesin sona ermesi, savaş karşıtı harekete yeni bir güç verdi ve Netanyahu hükümetini protesto eden on binlerce gösterici yeniden sokaklara döküldü.
27 Mart’ta Haaretz’de yayınlanan bir makalede yer alan sözler paylaşmaya değer: “Bu protestolar sadece cesur değil, aynı zamanda çok dokunaklı. Bu protestolar, bu savaşın gerçek kurbanlarını temsil ediyor: İsrailli rehineler ve katliam kurbanlarının yanı sıra, acıları duyulmayan siviller. Ayrıca, İsrail’in aşırıcı hükümetine doğrudan meydan okuyorlar: Barış çağrısı yapan sivillere yönelik saldırılar devam ederse, bunun meşru müdafaa olmadığı ortaya çıkacak.”
Yine Haaretz, 28 Mart: “İsrail Savunma Kuvvetleri, Gazze Şeridi’nde çatışmaları yoğunlaştırma planları nedeniyle yedeklerde bir krizin gelişmekte olduğu uyarısında bulundu (...) Onlarca yedek asker göreve gelmeyeceklerini açıkladı (...) sadece siyasi nedenlerle değil, aynı zamanda yorgunluktan dolayı da göreve gelmeyeceklerini belirttiler.”
Aslında, savaş cephesinin her iki tarafında da, nüfusun büyük bir kısmı kendi hükümetlerine ve çatışmanın devamına karşı mücadele ediyor.
Gazze’deki gösteriler, İsrail’deki gösterileri ancak güçlendirebilir, çünkü tüm Filistinlilerin Hamas destekçisi olmasını isteyen İsrail’in savaş çığırtkanlığı propagandasını zayıflatır. Gazze’deki burjuva rejiminin kurşunlu örtüsünün yırtılması, İsrail’de bile İsrail’in emperyalist politikasına karşı çıkan bir sosyal gücün varlığının farkındalığının artmasına ancak yarar sağlayabilir.
İki hareket aslında müttefiktir.
İhtiyacımız olan, işçi sınıfının kendi burjuva rejimine karşı savaşarak savaşa karşı çıkmasının hayati gerekliliğini programına alan, diğer ülkelerin işçileriyle birleşmiş bir siyasi partidir. Bu, işçi sınıfının uluslararası birliği için gerekli olan uluslararası komünizm partisidir.
Her ülkede sendika hareketi, ulusal kapitalizmin ekonomisini savunma ve gelecekte onu askeri olarak savunma görevini üstlenmeden, işçilerin yaşam koşullarını savunmak için tavizsiz bir mücadele ilkesiyle yönlendirilmelidir.
* * *
Hamas’ı destekleyen burjuvazinin propagandası, gösterileri inkar edemeyince, bunların boyutunu küçümsedi ve bunların İsrail ile işbirliği yapan muhalif partiler tarafından kışkırtıldığını iddia etti.
Dünya çapındaki oportünizm, çatışma boyunca yaptığı gibi, bu savaş çığırtkanlığı yapan anti-proleter propagandayı onayladı ve yaydı.
Hamas’ı savunmak ve emperyalist savaşın devamını desteklemek için kullanılan oportünist argümanların bir örneği, İtalya’daki SI Cobas taban sendikasını yöneten siyasi grup tarafından yayınlanan ve “devrimci” olarak sunulan şu makaledir: “Geçtiğimiz yıl Hamas, yaklaşık 15.000 yeni savaşçı topladı, askeri ve idari altyapısının bir kısmını yeniden inşa etti ve Gazze Şeridi üzerinde sıkı kontrolünü sürdürdü. Bu düzeyde bir örgütlenme ve destek, yerel halkın önemli desteği olmadan mümkün olamazdı.” Burada açıkça atlanan gerçek, Gazze Şeridi’nde yaşayanlar için Hamas’ın askeri aygıtına katılmanın, ailelerini beslemenin neredeyse tek yolu olduğudur.
Eğer gösteriler Hamas karşıtı partiler tarafından organize edildiyse, binlerce insanın katılması, Hamas’ın devrilmesi ve savaşın sona ermesi taleplerinin halkın çoğunluğu tarafından paylaşıldığı anlamına gelir. Öte yandan, Hamas’a karşı olan burjuva partilerin bu tür gösterileri desteklememesi için hiçbir neden yoktur.
Gerçekte, tüm Filistinli burjuva partilerin proletaryanın örgütlenmesini engellemek çıkarı vardır. Hamas iktidardan uzaklaştırılsa bile, proletarya yaşam koşulları için mücadele etmek zorunda kalacaktır.
Bu, Hamas ile İsrail arasındaki çatışmayı, İsrail, ABD ve Avrupa emperyalistleri
ile Hamas, İran, Katar, Çin arasındaki emperyalist cepheler arasındaki bir savaş
olarak değil, Filistin halkının “devrimci savaşı” olarak tanımlayan tüm
oportünistlerin hoşuna gitmeyecektir.
8 Nisan tarihinde "Proje okulu" öğretmenlerinin tek bir açıklama yapılmadan yerleri değiştirildi. Bu proje okullarda görev yapan 38 bin öğretmenin görev süresinin dolduğunu söyledi. Olay, çok doğal bir şekilde, bu okullarda çalışan öğretmenlerin tepkisini çekti ve Türkiye genelinde bir öğretmenler protestosu başladı. Öğretmenler, bunun siyasal bir kadrolaşma olduğunu söyleyerek bakanlığı eleştirdiler. Öğrenciler de öğretmenlerinin yanında oturma eylemi yaparak bu protestolara destek sağladı.
Bakanlığın bu politikası 10 sene öncesinde temeli atılmış bir politikadır. "Özel Proje" okulu olarak tanımlanan okullardaki öğretmen ve yöneticiler 4 senelik çalışmasının ardından başvuruda bulunarak aynı okulda devam etme ya da başka bir okula geçme talebinde bulunabiliyordu. "Talepte bulunma" koşulu denilmesine rağmen bazı öğretmenler bu politikadan mağdur oluyordu. Bu yıl ise geçmiş yıllara kıyasla mağdur olan öğretmenlerin sayısı ciddi bir şekilde arttı.
Ankara’da Kuğulu Park’ta pankartlar açılıp ve "Bizi eğiteni sildiniz, biz de sizi sileceğiz", "Sarayda keyif, okulda zulüm var" gibi sloganlar atıldı. Eylemde, Gezi Parkı direnişi sırasında polis ve esnaf tarafından darp edilerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın fotoğrafının pankartı da taşındı.
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen), konuya ilişkin açıklamalarda bulundu: «Proje okullarına yapılan atamalarda süreç; somut, ölçülebilir ve nesnel hiçbir kritere dayanmamakta; tamamen siyasi ve idari takdirle şekillenmektedir. Bakanlık; herhangi bir kriter ilanı yapmadan, kıdem, hizmet puanı ya da mesleki yeterlilik gibi objektif göstergelere bakmadan, istediği öğretmeni ya da eğitim yöneticisini proje okullarına atayabilmektedir. Bu uygulama, yıllardır eğitimde adalet ve hakkaniyet duygusunu ciddi anlamda zedelemekte; emek, birikim ve mesleki yetkinlik yok sayılmaktadır».
Burjuva devleti, proleterleri görev sürelerini doldurduklarını söyleyerek işlerinden gönderirken yapılan protestoları acımasızca bastırdı. Öğrencilerin okullardan çıkmasına izin verilmedi ve polis şiddetine başvurdu. Düzen, kendi yarattığı sorunları çözmek için (her zaman olduğu gibi) süngüleri proletaryaya doğrultuyor!
Öğrenciler ve bu protestolar proletaryanın haklarını tek başlarına savunamaz, yetersiz kalırlar. Hareketi komünist bir programa yani proletaryanın programına yöneltemezler, sadece proleteryaya destek verebilirler. Öğretmenlerin gerçekten kendilerini bu hale sokan sömürü düzenine vurabileceği tek darbe sendikalarla birlikte genel greve çıkmaktır! Yalnızca grev silahı hükümetleri korkutup işlerini baltalayabilir.
Yaşasın sınıf sendikaları!
Yaşasın sınıf dayanışması!
Kahrolsun sömürü düzeni ve işsizlik!
İran’da, Ayetullahların burjuva rejimine karşı işçilerin mücadelesi yeniden şiddetle alevlendi. 2019-2020 yıllarında işçi mücadelelerinin sert bir şekilde bastırılmasının ardından başlayan geçici ateşkes sona ermek üzere.
Ağustos ayında, korkunç çalışma koşulları, ücretler, iş güvenliği, çalışma saatlerinin kısaltılması ve fazla mesai ile grev hakkı için protesto eden hemşirelerin katıldığı ilk grev gerçekleşti. Hemşirelerin ortalama ücreti, asgari ücrete yakın olan 220 dolar civarında. Grev, Fars eyaletindeki bir hastanede aşırı çalışmadan dolayı 32 yaşındaki bir hemşirenin ölümünün ardından başladı. Bu olay protestolara yol açtı ve protestolar Arak, Meşhed ve Yasuj illerine yayıldı. Bölge genelinde ulaşım sendikası ve öğrenciler, özellikle tıp öğrencileri tarafından desteklenen gösteriler düzenlendi. Sendikanın ortaya koyduğu derin kriz, her ay 150 ila 200 hemşirenin göç etmesine neden oluyor (son iki yılda 11.500 sağlık çalışanı İran’ı terk etti) ve bu durum işçilerin ve işsizlerin bakımında ciddi sonuçlar doğuruyor.
Emekliler daha sonra Ahvaz, Shus, İsfahan ve Gaimşehr’de büyük protestolarla ülke çapında harekete geçti. Ilam’da, ülkedeki yüksek enflasyon nedeniyle büyük ölçüde değer kaybeden emekli maaşlarının yaşam maliyetine göre ayarlanmasını talep ettiler. Kerman ve Şiraz’da ise kıdem tazminatlarının ödenmemesini protesto ettiler. Bu gösterilerin çoğunda “Artık savaş yok, sofralarımız boş” sloganı atıldı. Tahran’ın çarşılarında, hareketin gücü karşısında korkuya kapılan bazı esnaf dükkanlarını kapattı ve kapanışlar diğer şehirlerin önemli pazarlarına da yayıldı.
Diğer protesto dalgaları, Yadavaran petrol sahasındaki Ofoq Şirketi’nde ve Agh Dere Meshkinshahr madeninin önünde petrol işçileri arasında, Fair Jam rafinerisinde ve Gasaran Petrol ve Gaz Şirketi’nde patlak verdi.
Tabas belediyesinde işçiler, belediyeden üç aylık maaşlarını ve iki aylık fazla mesai ücretlerini alamadıkları için protesto düzenlediler. Sod Fars’ta yol işçileri de daha iyi güvenlik ve yaşam koşulları için protesto düzenlediler. Son olarak, sağlık sektörüne dönersek, Tahran’daki Ghadi Hastanesi’ndeki hemşireler, son üç aylık maaşlarını alamadıkları için protesto düzenlediler.
Bu proleter mücadeleler, 2019-2020 yıllarındaki mücadelelerle doğrudan bağlantılıdır. O dönemde, akaryakıt fiyatlarında %50 ila %200 arasında artış ve bunun sonucunda %35’e varan yüksek enflasyon ve riyalin dolar karşısında %60 değer kaybetmesi üzerine gösteriler başlamıştı. Hükümet 60 milyon vatandaşa sübvansiyon vermek zorunda kaldı, ancak bu ayaklanmayı bastırmaya yetmedi ve ayaklanma ancak kanlı bir çatışmayla kontrol altına alınabildi. Güvenlik güçleriyle çıkan şiddetli çatışmalarda yaklaşık 1.500 protestocu öldü. Uluslararası Af Örgütü’ne göre, polis çatıların ve helikopterlerin üstünden ve yakın mesafeden makineli tüfeklerle ateş açtı. Ancak polis cesetleri kaldırıp sakladığı için ölü sayısının daha yüksek olduğu düşünülüyor. Kurbanların aileleri, medyaya konuşmamaları için tehdit edildi.
İşçiler, sert baskıya tepki olarak merkez bankası dahil 731 devlet bankasını, 50 askeri üssü ve dokuz İslam dini merkezini basarak ve lider Hamaney’in heykellerini yıkarak tepki gösterdi. Bu arada, internet erişimi ülke genelinde engellendi ve ülke, Irak ve Lübnan’da diğer protestoların yaşandığı komşu ülkelerden izole edildi. 2020’deki çatışmalar, 1979’dan bu yana en şiddetli çatışmalar oldu ve 2022’deki kadın protestoları sırasında yaşananlardan daha şiddetliydi.
Tahran’da, 22 yaşındaki Kürt-İranlı kadın Masha Amini’nin başörtüsü yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle ahlak polisi tarafından tutuklanarak öldürülmesi üzerine Eylül 2022’de başlayan ve 2023’te sona eren bir dizi gösteri düzenlendi. Gösteriler Kürdistan’a da sıçradı.
Birkaç yıl önce başlayan bu protestolar, çoğunlukla kadınlar ve öğrenciler
tarafından gerçekleştirildi. Başörtüsü ve kadın özgürlüğü meselelerinin yanı
sıra, kentsel ve kırsal işçilerin kötü koşullarını da ele alan bu protestolar,
esas olarak şehirlerdeki orta sınıfları etkiledi ve bu nedenle sınıflar arası
bir nitelik taşıyordu. Buna rağmen, protestocular “Tanrı’nın düşmanları” olarak
nitelendirilerek binlerce kişi tutuklandı ve öldürüldü, hatta bazıları sınıf
arkadaşlarının gözü önünde dövülerek katledildi.
Dış Politika
Hamas ile İsrail Devleti arasında patlak veren savaş, İranlı işçileri sınıf mücadelesinden uzaklaştırarak, denenmiş ve test edilmiş bir burjuva taktiği olan “dış düşman” arayışıyla kontrol altında tutmaya da yaradı. İran ve İsrail burjuvazileri, içlerinde sınıf mücadelesinin geçici olarak zayıflamasını umarak, savaşta, ölümcül araçların kullanılması ve savaşın Lübnan, Yemen ve Suriye’ye yayılmasında suç ortağıdır.
Temmuz ayında yapılan yeni İran cumhurbaşkanı seçimlerinde, İslam Cumhuriyeti tarihinin en düşük katılım oranı görüldü; ilk turda %40’ın altında, ikinci turda ise %49’un altında kaldı. Çok istikrarsız ve hoşnutsuz bir durumda, burjuvazi, değişim illüzyonu yaratmak için “reformist” birini, Batı ile “diyaloğa açık” bir hükümeti, aynı zamanda 2018’de ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana ülkeyi vuran yaptırımların yeniden müzakere edilmesi amacıyla uygun gördü. Ekonomik krizle sarsılan iç cephede istikrarın sağlanması konusunda endişeler var. Dış cephede ise Lübnan’da Hizbullah’ın müttefiklerinin ve Suriye’de Esad rejiminin düşüşü ve Yemen’de Husi’lerin güç kaybetmesi, Orta Doğu’daki güç dengelerini ve ittifakları bozuyor ve değiştiriyor.
Mayıs 2024’te gizemli bir uçak kazasında hayatını kaybeden Ebrahim Raisi’nin yerine geçen yeni cumhurbaşkanı Masoud Pezeshkian, Aralık ayında yürürlüğe girmesi planlanan yeni “başörtüsü ve iffet” yasasını geçici olarak askıya almaya karar verdi. Yasa, 9 yaşın üzerindeki kadınların tüm saçlarını örtmek için başörtüsü takmasını zorunlu kılacak ve ihlal edenlere hapis cezası da dahil olmak üzere cezaları artıracaktı. Erteleme, hükümetin yeni sosyal protestolardan duyduğu korkuyu ve zayıflamış konumunu gösteriyor.
İran silahlı kuvvetleri komutanı Hossein Salami, İran’ın Suriye’den sonra hem
bombalama hem de darbe açısından bir sonraki hedef olabileceğine inanıyor. “Yabancı
güçler aç kurtlar gibi yalnız bir ceylan üzerine çullandı ve ordu birleşik
kalmazsa tüm ülke kaosa sürüklenecek.” İran burjuvazisi, ABD’nin köle devleti
İsrail’e emrederek nükleer tesislere saldırı düzenlemesinden ve ABD Dışişleri
Bakanı Anthony Blinken’in Irak Başbakanı Al-Sudani’ye yaptığı ziyaretin de
gösterdiği gibi, Suriye’den sonra Irak’taki nüfuzunu kaybetmekten korkuyor. Daha
da kötüsü, 2015 nükleer anlaşmasının imzacıları olan Fransa, Almanya ve
İngiltere, uluslararası savaş senaryosunu göz önünde bulundurarak, “gerekirse”
BM’ye önceki yaptırımları yeniden yürürlüğe koymayı önerebileceklerini
açıkladılar.
Ekonomik Kriz
Bu dış politika faktörleri, on yılı aşkın süredir devam eden ülkedeki ekonomik krizi daha da şiddetlendiriyor.
Bununla birlikte, İran dünyanın üçüncü büyük petrol rezervine (toplamın %13,3’ü) ve ikinci büyük doğalgaz rezervine (küresel toplamın %16,2’si) sahiptir. Yaptırımlar ekonomiye ağır darbe vurmuş olsa da, hidrokarbon ihracatının %90’ını oluşturan ve 35 milyar dolar değerindeki Çin ile olan ticari bağları sayesinde bu yaptırımları aşma olasılığı hala bulunmaktadır. Bu nedenle Çin, Orta Doğu’daki durumun istikrara kavuşmasında menfaat sahibidir. Ancak, ihracatın neredeyse tamamı Batı donanmalarının bulunduğu Hürmüz Boğazı’ndan geçmektedir.
Bu senaryoda, ülkenin ekonomisi önceki yılki %4’lük büyüme oranını %4,7’ye çıkarabilir ve borç/GSYİH oranı %30’da kalabilirse, İran 2005-2025 döneminde Orta Doğu’da en düşük büyüme oranına sahip ülke olacaktır. Aslında, kişi başına GSYİH 2012’ye göre %45 düşmüştür: 2005’te Türkiye’nin GSYİH’sına çok yakın olan bu rakam, bugün onun çok altında; hatta nüfusu daha fazla ve doğal kaynakları daha az olan Mısır, bir krizin içinde olmasına rağmen, bu rakama çok yaklaşmıştır.
Ancak durumu patlayıcı hale getiren enflasyon, %31,2’den %34,5’e yükseldi. Riyal, 2024 yılını dolar karşısında 821.500 ile tüm zamanların en düşük seviyesinde kapattı; yılın başından bu yana %40 değer kaybetti; 23 Ocak 2025’te döviz kuru 840.000’e ulaşmıştı; bugün ise 900.000’de! Düşük ücretler ve hızla yükselen fiyatlar, iç talepte ciddi bir krize yol açtı.
Buna ’enerji krizi’ paradoksu da ekleniyor: Gaz ve petrol üreten ve ihraç eden İran, metreküp gaz, elektrik ve benzin iç talebini karşılayamıyor. Hükümet, ailelere evlerinin sıcaklığını 2 derece düşürmeleri çağrısında bulundu ve Aralık ayında okullar ve kamu binaları kapatılarak kısmi sokağa çıkma yasağı uygulandı. Enerji krizi, petrokimya, tekstil, gıda, çelik ve motorlu taşıtlar dahil olmak üzere GSYİH’nın %44,6’sını oluşturan sanayi üretimini de etkiledi. Sanayi tesislerinin kapasitelerinin %41’iyle çalıştığı tahmin ediliyor ve çalışan nüfusun %30’unun bu sektörde istihdam edildiği düşünüldüğünde, bunun feci sonuçları var.
Durum karmaşık. Ancak İran burjuvazisinin huzur içinde uyumadığından emin olabiliriz. Dünyada hiçbir burjuvazi huzur içinde uyuyamaz. Kapitalizm, işçi sınıfını kendi varlığı için mücadeleye sürükleyecek çatlakları ve krizleri hızlandırmaya devam ediyor. İşçi sınıfının büyük görevi, artık kimseye istikrar ve barışı garanti edemeyen rejimi devirmektir.
İşçi sınıfı, önce ulusal, sonra uluslararası düzeyde, kendi uluslararası komünist partisi önderliğinde, sınıf düşmanına ve burjuva hükümetlerine karşı mücadeleye girecektir.
Burjuvazi insanlığı yıkımın uçurumuna sürüklüyor. Bizler, tarihin bu dönüm
noktasına geldiğimizde hazırlıksız yakalanmamak için çalışıyoruz.
28 Şubat’ta, 2023 Tempi demiryolu felaketinin ikinci yıldönümünde, kısa bir tatilden dönen gençlerle dolu bir yolcu treninin bir yük treniyle kafa kafaya çarpışması sonucu 57 kişinin hayatını kaybettiği olayın anısına, Yunanistan genelinde genel grev düzenlendi.
Grev sırasında, Yunanistan’ın başlıca şehirleri Atina, Selanik ve Patras’ta yüzbinlerce kişinin katıldığı dev gösteriler düzenlendi. Sadece 11 milyonluk nüfusa sahip Yunanistan’da, ülke genelinde yaklaşık bir buçuk milyon kişinin greve katıldığı söyleniyor!
Bu büyük katılımın çeşitli nedenleri vardı. Şüphesiz, en temel güvenlik ekipmanlarının eksikliği ve asgariye indirilmiş mürettebatın giderek ağırlaşan çalışma koşulları nedeniyle, Tempi’de meydana gelen ve bir katliamın habercisi olan olaylara öfke vardı. Sendikaların şikayetlerine rağmen, demiryollarını işleten özel şirket olan İtalyan Hellenic Train, güvenlikten tasarruf ederek maksimum kâr elde etme politikasını açıkça sürdürdü; bu politika İtalya, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde de uygulanmaktadır.
Hükümete karşı öfke artıyor, çünkü felaketin hemen ardından ortaya çıkanlardan çok daha ciddi ve çok daha geniş çaplı olabilecek sorumluların aranmasını engellediği giderek daha açık hale geliyor. Kurbanların yakınları, hükümet ve Hellenic Train’in yangının gerçek nedenini gizlemek için işbirliği yaptığını tespit etti. Çarpışmanın ardından çıkan büyük yangının, yük treninde bulunan ve belki de ksilen gibi beyan edilmemiş patlayıcı maddelerden kaynaklandığı çok muhtemel. Ksilen ve benzeri maddeler benzinden çok daha ucuzdur ve yakıtta karıştırılarak kullanılır; bu, siyasi ve iş dünyasıyla bağlantılı mafya örgütleri için karlı bir iştir.
Ancak yüzbinlerce işçiyi sokaklara döken sadece katliam ve adaletsizlik değil.
Genel grev, işverenlere ve devlete, düşük ücretlere, güvencesiz ve sağlıksız
çalışma koşullarına, çok düşük emekli maaşlarına ve proletaryayı sağlık
hizmetlerinden mahrum bırakan işlevsiz sağlık sistemine karşı mücadele etme
arzularını ifade etmek için bir fırsat olarak görüldü.
Model Bir Anti-Proleter Demokrasi
Yunanistan, referans aldıkları “model” bir Avrupa kapitalizmi ve “laboratuvar deneyi” olarak kullanılabilecek kadar küçük bir ülke. Borç krizi sırasında işverenler, işçileri acımasızca şantajla ya aşırı sömürücü koşullarda işleri kabul etmeye ya da işsiz kalmaya zorladı. Ve bu durum, hükümetin bütçe krizi sona erdikten sonra da değişmedi. Yunanistan’da genç proleterler, haftada 40 veya 50 saat çalışarak 700 veya 800 avro maaş alırken, yaşam maliyeti maaşların iki veya üç katı olan ülkelerdekiyle neredeyse aynı. Bir gün içinde emekli maaşları %40 oranında kesilen emekliler, açlık sınırındaki emekli maaşlarıyla geçinmeye devam ederken, Avrupa için ekonomi toparlanıyor ve ülke maliyesini düzene sokuyor!
Herkesin “silaha sarılın, silaha sarılın!” diye bağırdığı ve tüm hükümetlerin araba ve traktör fabrikalarını tank ve savaş uçağı fabrikalarına dönüştürmek için bastırdığı bu günlerde, Yunanistan devleti izlenecek bir model olduğunu teyit etti. Diğer Avrupa ülkelerinde askerlik hizmeti kaldırılırken, Yunanistan’da her zaman kaldı ve bunun gerekçesi olarak saldırgan Türkiye’nin tehlikesinden ülkeyi korumak gösterildi.
Ve devlet bütçesinin en karanlık döneminde bile askeri harcamalar her zaman GSYİH’nın %3,5-4’ünde tutulurken, kesinlikle pasifist olmayan bir ülke olan İtalya’da bu oran %1,5’tir.
Aşırı sosyal tabakalaşmanın olduğu bu durumda, az sayıda orta sınıf insan, iş adamı, politikacı, mafya ve onlara hizmet eden ve onları savunan tüm aygıt lüks içinde yaşarken, proletaryanın büyük çoğunluğu ve yoksul alt ve orta sınıflar geçim mücadelesi verdiği bir durumda, kitlelerin öfkesini diğer sınıfların hedeflerine yönlendirerek, proletarya sınıfının hem ekonomik hem de siyasi düzeyde bağımsız örgütlenmesini engelleyenler, muhalefetteki ve iktidardaki popülist partilerdir.
Yunanistan’ın şehirlerini istila eden devasa gösteriler kesinlikle takdir edilecek bir olgudur. Bu gösteriler, Yunan proletaryasının başını eğmediğini ve yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek için mücadele etmeye hazır olduğunu gösteriyor, ancak sağcı hükümet sendelese de burjuvazinin gücü hala sağlam. Burjuvazi, iktidara tutunmak için hükümetin ve hatta siyasi sınıfın değiştirilebileceğini çok iyi biliyor: Önemli olan, devletin, yani iktidar aygıtının, polisin, ordunun, yargının kontrolünün elinde kalmasıdır.
KKE (Yunanistan Komünist Partisi), “mücadele ve iktidar partisi”, tıpkı bir zamanlar İtalya’da PCI’nin (İtalyan Komünist Partisi) yaptığı gibi, bu oyuna rıza gösteriyor.
Ama onların oyunu kirli bir oyun. Burjuva parlamentolarında koltuk işgal ederek proletaryayı savunmak için topyekûn bir mücadeleye giremezsiniz. Proletaryanın iktidarı, sistemin çatlaklarına sıçanlar gibi sızarak, aşama aşama, parça parça fethedilemez. Proletarya, burjuva düzenini, devletini ve tüm baskı organlarını devrimci bir şekilde yıkarak ve iktidarı ele geçirerek kurtuluşuna kavuşacaktır.
Güvenlik sorunu, Hellenic Train’i tazminat ödemeden kamu sektörüne devrederek çözülemez, “işçilerin ve şirketin kontrolünde” olsa bile. Bunların hepsi boş sözler. Mevcut rejimde, bir şirketin özel mülkiyet yerine kamu mülkiyetinde olması proletaryaya hiçbir garanti vermez ve işçilerin şirket yönetimini “kontrolü” de olamaz. Siyasi iktidar proletaryanın eline geçtiğinde, tüm toplumsal ve üretici faaliyetler üzerinde kontrolünü uygulayabilir.
Gösterilerde yankılanan slogan: “Ya onların kârları ya da bizim hayatlarımız” sloganını kendimizin yapabiliriz, çünkü bu slogan, Mitzotakis hükümetinin veya Avrupa Komisyonu’nun değil, dünyanın tüm devletlerini kaplayan ve her ne pahasına olursa olsun kâr peşinde koşan kapitalist rejimin, artık sadece proletaryanın değil, tüm insanlığın düşmanı olduğunu onaylamaktadır.
Bu nedenle, proletaryanın öncü unsurlarının, aptalca isyan arzularından uzak,
bunun yerine KKE, PASOK ve sözde “sol”un küçük gruplarından oluşan burjuva
partilerinden gerçekten bağımsız işçi sendikaları kurmak için günlük çalışmaya
dayanan devrimci hazırlık yolunu ciddiye alması gerekiyor. Bahsettiğimiz
sendikalar, işçilerin çıkarlarını savunmayı amaçlayan, her şeyden önce
üyelerinin yaşam ve çalışma koşullarını savunmak için günlük mücadelelerinde
proletaryayı birleştirmeyi hedefleyen sendikalardır. Bu sendikalar, iş
sektörleri, işyerleri, yerellik, milliyet, din ve ırk ayrımlarını aşmayı
amaçlamaktadır. Bu aynı zamanda sol devrimci komünizm geleneğiyle, Enternasyonal
Komünist Partisi ile yeniden bağlantı kurmak meselesidir. Bu çalışma, siyasi
iktidarın ele geçirilmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulması yoluyla
proleter sınıfın sosyal kurtuluşunun önünü açacaktır.
Bugün, Javier Milei hükümeti altında Arjantin, Latin Amerika neoliberalizminin çökmüş vitrini gibi görünüyor. Medya makroekonomik göstergeleri kutluyor, ancak sosyal felaketi gizleyemiyor: %55 yoksulluk, temel ihtiyaçları karşılamayan ücretler (950 dolar) ve %8,1’e yükselen işsizlik. Arjantin’in karşı karşıya olduğu ekonomik kriz, küresel kapitalizm krizinin bir ifadesidir. Ancak vergi indirimleri ve kamu harcamalarında kesintiler, işçi sınıfının yaşam koşullarını daha da kötüleştirmiştir.
Ekonomik Toparlanma Efsanesi: Manşetlere Taşınan Ama Tabakları Doldurmayan Rakamlar
Burjuva basınının ilan ettiği “başarılar” arasında rekor ticaret fazlası (2024’te 1,2 milyar dolar) ve enflasyonun “kontrol altına alınması” (2024 Nisanında %292 iken 2025 Nisanında %98,2) yer alıyor. Ancak bu, ücretlerin serbest düşüşüne ve 2023’ten bu yana satın alma gücünün %22 azalmasına da yol açtı. İşçilerin yüzde 65’i ayda 500 dolardan az kazanırken, temel sepetin maliyeti 950 doları aşıyor. Asgari ücrette sembolik bir artışa rağmen (265 dolar), bu ücret Latin Amerika’nın en düşük asgari ücreti.
Ekonomik uyum şokunun sonuçları, Nisan ayında %8,1’e ulaşan işsizlik oranında da kendini gösteriyor (2023’te %5,5). 2024’ten bu yana kamu sektöründe 42.000 kişi işten çıkarıldı. Sanayi, kapasitesinin %58’iyle çalışıyor ve bu da istihdam yaratılmasını sınırlıyor. İstihdamın %60’ını oluşturan hizmet sektörü, işlerin %20’sini kaybetti. IMF ile yapılan anlaşmaların bir sonucu olarak, işsizliğin daha da artması beklenmektedir.
Bir diğer önemli faktör, 2024 yılında 466,8 milyar dolara ulaşan kamu borcunun
eğilimidir. Net rezervler ise 12 milyar dolar ile negatif seviyededir. Nisan
ayında IMF tarafından verilen 13 milyar dolarlık yeni kredi, sağlık ve eğitim
alanlarında daha fazla kesinti yapılmasını gerektiriyor ve borç, kemer sıkma ve
yoksulluktan oluşan kısır döngüyü pekiştiriyor.
Krizin röntgeni (2023-2025) | |||
---|---|---|---|
2023 | 2024 | 2025 Nisan |
|
Enflasyon | 211% | 292% | 98.2% |
Asgari ücret (USD) | 320 | 260 | 265 |
Temel ihtiyaç sepeti (USD) | 600 | 780 | 950 |
Kaynaklar: INDEC, CEPAL, diğerleri |
Sendikalar, Var Olmayan Direniş, Demagojik Açıklamalar
2024’te yapılan 12 genel grev ne geneldi ne de işlerin işleyişini etkiledi. CGT ve CTAA (her ikisi de işveren yanlısı) arasındaki anlaşmazlıklar, işçileri yalıtık eylemler halinde böldü. Rejimin sendikalarının liderleri, üst düzeyde anlaşmalar imzalarken, sokak protestolarını engellediler. İşçilerin bir araya gelmeleri, sadece ekonomik uyumun nasıl uygulanacağı konusunda hükümetle müzakere etmek için kullanıldı. Nisan ayında, önemli ulaşım ve enerji sektörlerini dışlayan bir “ulusal grev” çağrısı yaptılar ve bu, sokaklarda ve işyerlerinde mücadele etme isteği ve hoşnutsuzluğa rağmen, sendika liderliğinin ihanetinin bir başka örneği oldu.
Rejimin sendika konfederasyonları, emekli maaşlarında %15’lik kesintileri
onayladı ve sendika bürokrasilerine kırıntılar karşılığında işgücü esnekliğini
kabul etti.
Burjuvazinin Sınıf Diktatörlüğünün Hizmetinde Parlamento Solu
Geçen Aralık ayında, FIT-U (sendika hareketinde yoğun propaganda ve ajitasyonla) işten çıkarmaları kolaylaştıran iş reformuna karşı oy kullanmadı. 2024 yılında %82,6 (1,2 milyar dolar) kar elde eden lityum madencilik şirketlerinde ücretlerin artırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için hiçbir girişimde bulunmadı. Parlamento sol partilerinin tabanından bile aktivistler protesto etti: “Mecliste devrimden bahsediyorlar, ama parlamentoda sadece öfkelerini tweetliyorlar” veya “bizi savaşmaya çağırıyorlar, ama parlamentoda sağla anlaşmalar yapıyorlar.” Burjuva rejimle işbirliği o kadar kirli ki, muhalefetin teatral tavırları artık kendi taban aktivistlerini bile kandıramıyor.
Parlamenterizm, emperyalizm dönemi için yararsız bir araç olmakla kalmayıp, işçi sınıfına ve devrime gerçek bir ihanet olduğu bir kez daha teyit edildi. Arjantin parlamentosunu (ve tüm ülkelerdeki parlamentoları) canlandıran partiler, azınlık ya da çoğunluk olarak, burjuvazinin sınıf egemenliğine siyasi destek vermek ve onun işlerini ve işçilerin sömürüsünü teşvik etmek için oradalar.
Arjantin’de ekonomik kriz, borç, kemer sıkma, toplumsal patlama ve oportünist
partiler ile hain sendika federasyonlarının siyasi kontrolü döngüsü
tekrarlanarak işçileri çeşitli burjuva hükümetlerine ve patronlara karşı
savunmasız bırakmıştır. Nisan ayında Salta’da düzenlenen bir işçi toplantısında
şu açıklama yapılmıştır: “Önemli olan tek genel grev, ülkeyi felç eden ve rejimi
yenilgiye uğratan grevdir.” İşçiler, ihanet ve oportünizm döngüsünü kırabilir ve
Arjantin hükümetinin işçi düşmanı politikalarını durdurabilecek büyük bir güç
haline gelebilir. Görev, mücadeleleri çoğaltmak, bunları genel grevde
birleştirmek, en az hizmetle sonuna kadar mücadele etmek ve gerçek sınıf temelli
sendikaların yeniden doğuşunda bir sıçrama yapmak için sendika hareketinin eylem
birliğini ilerletmektir. Tüm bunlar, mevcut sendika konfederasyonları ve
federasyonlarından bağımsız olarak, oportünist sol partilerden ve onların
parlamenterizminden uzak durarak ve vatanı ve ulusal ekonomiyi savunma
çağrılarına karşı yapılmalıdır.
25 gün süren grevlerinin ardından, Şili’deki Sindicato Starbucks sendikası tarafından örgütlenen Starbucks çalışanları ABD’li dev şirkete karşı başlattıkları ulusal grevi sona erdirdi. Bu şirket, Meksika’da en büyük gıda hizmet sağlayıcılarından biri olan Alsea aracılığıyla Latin Amerika’ya yayılmış ve ABD’li fast food endüstrisinin çıkarlarını koruyor.
170 farklı lokasyonda bulunan Starbucks çalışanlarının yaklaşık yüzde 60’ının bu tarihi greve katıldığı tahmin ediliyor. Grevin en yoğun olduğu dönemde, çalışanlar günde 100 mağazayı kapatmayı başardı. Çalışanlar, daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları ve cinsiyet ve LGBT+ karşıtı önyargılara ve ayrımcılığa karşı daha fazla koruma talep etti.
2009 yılında kurulan Sindicato Starbucks, Güney Amerika’daki ilk sendikalı Starbucks ve dünyadaki ilk Starbucks sendikalarından biridir. COVID 19 krizi sırasında üye sayısında büyük bir artış yaşayan sendika, şu anda Şili’deki tüm Starbucks çalışanlarının yarısından fazlasını temsil etmektedir.
Starbucks’ın acımasız sendika karşıtı uygulamalarıyla karşı karşıya kalan işçiler, 16 yıldır daha iyi koşullar ve sefil ücretlerinin artırılması için mücadele ettiler ve bazı kazanımlar elde ettiler, ancak son grevin taleplerinde de açıkça görüldüğü gibi, temel ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli değildi.
İşçiler, mağazalarında satılan en ucuz kahvenin bile, yani ortalama bir günde ürettikleri sayısız kahveden bir tanesinin fiyatının bile, bir işçinin bir saatlik ücretinden daha fazla olduğunu belirtiyorlar. Bu durum, şirketin muazzam kârları için işçilerin emek gücünün en bariz şekilde sömürüldüğünü gösteriyor.
Son 25 günlük grev, Sindicato Starbucks’ın 2011’de Starbucks’a karşı 30 gün süren ilk grevinden 14 yıl sonra gerçekleşti. İşçiler o zaman da aynı talepleri dile getirmişti: daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları. Ancak sendika, işçilere 30 gün sonra şirketin son teklifini kabul etmek veya grevi 18 ay ertelemek zorunda olduklarını söyleyen Şili iş kanununa uymaya karar verdi. Grevi “açlık grevi” şeklinde sürdürmeye karar veren işçiler, fiili grev gücünden vazgeçti. Tabii ki şirket, işçilerin taleplerine uzaktan yakından alakalı bir sözleşme sunmadı ve mücadele kaybedildi.
Benzer şekilde, son grev Şili burjuvazisinin çizdiği 30 günlük sınırın hemen altında sona erdi ve sendika, işçiler için önemli bir zaferden çok uzak bir sözleşmeyi kabul etti.
Geçen Aralık’taki grevler gibi sadece bir gün süren, kısa ve bağlantısız grevler düzenleyebilen Starbucks Workers United (SBWU) sendikasının zayıf liderliğine kıyasla, ülkedeki mağazaların yarısından fazlasını kapatan 30 günlük ulusal grev, Şili’deki baristaların kesinlikle daha güçlü bir eylemiydi.
Ancak, iki sendika için de aynı sorun devam ediyor: tamamen “yasal” sendikal mücadele gibi elverişsiz bir oyun oynamak. Henüz bir sözleşme kazanamayan ve burjuva Ulusal Emek İlişkileri Kurulu’nun tüm imkanlarını bile kullanmayan ABD SBWU’nun durumunda, grevleri, işçilerin ihtiyaç duyduğu ücret artışlarını kazanmak için tamamen yasal yollara başvurarak anlamsız sembolik protestolara indirgeniyor.
Sindicato Starbucks’ın durumunda ise patronlar, bir aylık grev sırasında satışlarda düşüş yaşarsa sözleşmede son sözün kendilerinde olduğunu bildikleri için, normal bir çalışma haftasında zar zor geçinen yoksul işçilere karşı çok daha avantajlı konumdadırlar. İşçiler, enflasyonun çok altında kalan ve dolayısıyla fiilen bir düşüş anlamına gelen küçük ücret artışları içeren sözleşmeleri kabul etmek zorunda kalıyorlar.
Starbucks işçilerinin kapitalistlerden ekonomik tavizler elde etmelerinin tek yolu, sınıf sendikası kurmak ve ulusal ve uluslararası genel grevler için harekete geçmektir. Yasal işçi örgütleri, işçilere sözde “haklar” sunarken, daha gerçekçi bir şekilde burjuva boyun eğdirmenin sınırlarını çizerler ve işçilerin yaşamlarını iyileştirmek için değil, barışçıl ücret köleliğini teşvik etmek için tasarlanmışlardır.
Starbucks gibi dev şirketler sadece ekonomik zorlamayı anlarlar, dünya çapında
çalışanlarını sefil ücretlerle düzenli olarak aç bırakırken, açlık grevinin
ahlaki itirazlarına kayıtsız kalırlar. Sindicato Starbucks, Şili’deki Starbucks
ve fast-food işçilerini örgütlemede büyük başarılar elde etti, ancak daha iyi
koşullar için verdikleri mücadele, sınıf sendikasının militanlığı ve desteği
olmadan kaybedilecektir. Tüm baristalar ulusal ve uluslararası düzeyde
örgütlenerek ortak talepleri için greve gitmeleri halinde, hem Sindicato
Starbucks hem de SBWU şirkete gerçekten baskı uygulayabilir.
Ücretlerin durgunlaşması ve yaşam maliyetlerinin artmasıyla birlikte, genel grevler küresel bir protesto hareketi haline geliyor. Yunanistan, Belçika ve Nepal gibi ülkelerde neredeyse eş zamanlı olarak genel grevler patlak veriyor ve yeniden başlıyor. Sendikalar ve sendika konfederasyonları, işçilerin kaybedilen ücretlerinin bir kısmını geri almak için koordineli eylemler gerçekleştirebilen savunma örgütleri olarak rolünü yerine getiriyor, ancak aynı zamanda aynı zamanda neredeyse hiç mücadele etmiyorlar ve eylemlerin süresini sınırlayarak, işçi sınıfı ve devletle işbirliği yaparak ve işçilerin enerjisini dağıtarak eylemlerin etkinliğini sınırlıyorlar. Öte yandan, bir sonraki küresel kapitalist kriz ve yakın gelecekte baş gösterecek küresel emperyalist savaşlara hazırlık olarak militarizasyon artarken ve kâr oranları düşerken, temel hizmetler ve yaşanabilir ücretler giderek daha ulaşılmaz hale geliyor.
31 Mart 2025’te, milyonlarca işçi hükümetin kemer sıkma önlemlerini protesto ederek daha iyi ücretler ve sosyal güvence talep etti ve Belçika’nın başkenti ülke çapında genel grevle geçici olarak felç oldu. Okullar kapandı, hastaneler sadece acil durumlar için hizmet verdi ve tren, otobüs ve uçak dahil olmak üzere toplu taşıma büyük ölçüde durduruldu.
Grevin nedeni hükümetin emekli maaşlarından ve sağlık hizmetlerinden 5,4 milyar avro kesinti yapma, işsizlik kısıtlamalarını artırma, ücretleri düşürme ve nüfusun yaklaşık %20’sini yoksulluğa sürüklerken, askeri harcamaları 2028 yılına kadar 4 milyar avro (4,2 milyar dolar) artırarak 8,6 milyar avroya çıkarma planlarıydı.
Genel grevde, Başbakan Bart De Wever’in koalisyonunun uyguladığı kemer sıkma önlemlerini protesto etmek için milyonlarca işçi iş bıraktı. Bunların yaklaşık 100.000’i Brüksel’de yürüyüş düzenledi ve okullar, hastaneler, ulaşım ve sanayi sektörleri durma noktasına geldi.
Grev büyük çaplı olmasına rağmen, hükümet ve patronlarla bağlantılı sendika liderleri, özellikle de hükümetin yanında yer alan CGSLB/ACLVB yönetimi, grevin etkisini sınırlamak için hükümetle müzakereye razı olarak ve grevi 24 saatle sınırlayarak grevin etkisini sınırladı.
Bu grev, hükümetin gündemine ciddi bir meydan okuma oluşturabilirdi, ancak sendika liderleri grevin sınırlı kalmasını sağladılar. Belirsiz süreli koordineli grevler yapma, net ekonomik talepler oluşturma ve gerçek bir savunma örgütü gibi hareket etme ya da grevin gücüyle saldırıya geçme yerine, taleplerini genel ekonomik terimlerle ifade ettiler.
Voka gibi burjuva gruplar grevi “sorumsuzca” olarak nitelendirdi ve belediye
başkanları sanayi bölgelerinin çalışmaya devam etmesi için baskı altına alındı.
Koalisyon 24 saat içinde taviz vermeyi reddetti ve De Wever kemer sıkma
politikalarının geri alınmayacağını açıkça belirtti. Yine de grev, işçilerin
açık hoşnutsuzluğunu ve greve hazır olduğunu gösterdi. Perakende sektöründeki
barikatlar ve toplu ulaşımın aksamasının, bir sonraki küresel savaşa hazırlık
olarak işçi sınıfının daha da yoksullaşmasına karşı artan muhalefeti işaret
ettiği açıktır. Sendika liderliği kapitalist sınıfla işbirliği içinde olduğu
için, Belçika’daki işçilerin sendikaları yönlendirmek ve patronların boyun eğmek
zorunda kalacakları kadar uzun süre ve kâr kaybına yol açacak, işletmelerin,
hükümetin ve askeri üretimin işleyişini gerçekten zarar verecek ve felce
uğratacak net ve güçlü ekonomik taleplerle süresiz grev eylemlerini koordine
etmek için sendikaların kontrolünü ele geçirmeleri ve işyerlerinde bağımsız
karar alma organları oluşturmaları, mevcut rejim sendika konfederasyonları
içinde veya dışında koordinasyon örgütleri kurmaları gerekmektedir.
ABD hükümeti tarafından göçmenlere karşı zulüm, gözaltı ve sınır dışı etme dalgasının yaşandığı bir ortamda, gözaltındaki göçmenlerin serbest bırakılmasını savunan işçi liderlerine, hatta Filistinlilere yönelik katliama karşı çıkan aktivistlere yönelik seçici siyasi baskıların açık bir örneği ortaya çıkmaya başladı. Medya, Filistinlilerle dayanışma gösteren yabancı öğrencilerin vizelerinin askıya alınması, gözaltına alınması ve sınır dışı edilmesini haber yaparken (örneğin Mahmoud Khalil ve Rümeysa Özturk), göçmen karşıtı dalga, şu anda Tacoma’daki ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosu (ICE) İşlem Merkezi’nde tutuklu bulunan tarım işçileri sendika lideri Alfredo “Lelo” Juárez de dahil olmak üzere sendika liderlerinin tutuklanmasında da kullanıldı. Tacoma’da ayrıca, Washington Üniversitesi’nde laboratuvar teknisyeni ve SEIU 925 sendikası üyesi olan Lewelyn Dixon da gözaltına alındı. Dixon, daimi oturma iznine sahip ve 50 yıldır ABD’de yaşıyor.
ICE, arama emri göstermeden insanları taciz ve sindiriyor. Böylece Sınır Devriyesi ile güçlerini birleştirerek burjuva devletin baskıcı aygıtının bir parçası olarak hareket ediyor.
27 Mart’ta, Washington eyaletindeki tüm sendikaları temsil eden Washington Eyalet İşçi Konseyi, Tacoma’daki gözaltı merkezinin önünde bir gösteri düzenleyerek Alfredo Juárez ve Lewelyn Dixon’ın serbest bırakılmasını talep etti.
Söz konusu olan, geçici sözleşmelerle uzun çalışma saatlerine ve iş
güvencesizliğine maruz kalan, göçmen olsun ya da olmasın, tarım işçilerinin
aşırı sömürüsünün sürdürülmesi ve derinleştirilmesidir. Aynı durumu inşaat
işçileri ve genel olarak tüm işçiler arasında da görmektyiz. İşçi sınıfına
yönelik bu sömürü saldırısı, ancak kapitalist patronlara ve hükümete karşı
birlik, taban örgütlenmesi ve mobilizasyonla durdurulabilir. İşçiler, üyeleri
arasında ırk, milliyet, meslek veya işçi sınıfını bölmek için kullanılan diğer
yapay bahanelere dayalı her türlü ayrımı ortadan kaldıran, mücadeleci, sınıfsal
bir sendikal hareket inşa etmelidir. İşçi sınıfı birdir ve tüm dünyada aynı
talepler için mücadele eder. Ve bu mücadele hareketi, burjuva parlamentosuna
girmek için oy peşinde koşan Demokratlar, Cumhuriyetçiler ve tüm politikacıların
çağrılarını görmezden gelmelidir. Sadece işçilerin devrimci önderlikle sınıf
mücadelesinin yeniden başlaması, kapitalist vahşetten gerçek kurtuluşun
temellerini atacaktır.
Ulusal egoizmlerin ve yıkımların vahşi yüzünü gösteren ölümcül bir kriz içindeki kapitalizme, devrimci Komünizm Programı karşı çıkıyor
Ocak 2025’te, tüm örgütlerimizin geniş bir temsilinin katıldığı uluslararası genel toplantımızı gerçekleştirdik. Toplantı telekonferans yoluyla yapıldı. Toplantı, merkezin geçen yıl partinin görevlerinin gidişatını değerlendiren raporuyla açıldı.
Bu görevlerin bir kısmı, militanlar arasındaki iç ilişkilerin organik doğasının savunulmasıdır. Burjuva kokan her şeye karşı her zamanki tiksintimizle, bu modül – ki bu sadece örgütsel değildir, komünist duygular ve işbirliğini de kapsar – en az altı yıldır etkili bir şekilde uygulanarak, küçük partinin dış koşulların kendisine verdiği görevleri mümkün olduğunca takdire şayan bir şekilde yerine getirmesini sağlamıştır: programın ve Marksist bilimin savunulmasından, işçi sınıfıyla ve onun mücadeleleriyle temas kurma çabasına kadar, ki bu mücadelelerden nihai olarak varlık nedenimizi ve tarihsel bir bütünlük içinde tüm gücümüzü ve kesinliğimizi alıyoruz.
Küçük örgütlenmemizin İtalya dışına yayılmasıyla, bu organik modüllerin, komünist militanlık için uygun ve gerekli olduğunu kabul eden ve uyum ve ortak çalışmaya olanak tanıyan genç yoldaşlar ve uzak şubeler için de doğal olarak uygulanabilir olduğunu memnuniyetle doğrulayabildik. Bunda, dünya işçi sınıfında sağlam kökler salmış, yeniden doğacak komünist partisinin işleyişine dair öngörümüzün doğrulandığını şimdiden görebiliyoruz.
Yoldaşlar ve örgütler arasında yakın, kişisel olmayan, işbirliğine dayalı ve çatışmasız bir çalışmanın sonucu olan bir hareket birliği. Biz, daha yetkin ve uzman olsalar bile bireylere değil, doktrinde ve geçmişte geleceğe giden yolu arayan bir kolektif organın çabasına güveniyoruz. Sanki bugünün komünistleri ve bizden öncekiler aynı masada oturuyormuş gibi, sürekli bir teorik ve deneyimsel arayış, bir arınma.
Parti, kendi derslerinin de sonucudur. Yaşayan parti, her zaman kendine “daha eşit” olarak yeniden doğar, inançlarında teyit edilir ve güçlenir. Doktrinin doğumunda bir kez ve sonsuza kadar belirlenmiş olduğu için yenilik yapma izniyle değil, aksine, her zaman olduğumuz şeye daha sadık ve daha bilinçli olarak. Kapitalizmin felaketine yaklaşan bu zamanlarda, devrime, komünizme ve komünistlere karşı umutsuz saldırılarını yenileyecek olan partiyi, başka sınavlar da beklemektedir. Bu nedenle, partide düşmanlarımızın yöntemlerini benimsemeyeceğiz.
Bugün bizim için, çeşitli araştırma alanlarındaki çalışmaları sürdürmek, bunları propaganda ve basın yayınlarında partiye ve sınıfa sunmak, sendikalarda ve işçi mücadelelerinde her zaman zor ve çok yorucu olan ciddi mücadelemizi sürdürmek yeterlidir. Örgütün şu anki asgari büyümesi, partinin ihtiyaçları ve faaliyetlerine ilişkin kapsamlı bir vizyonla yeni taahhütler ve yeni çalışmalar yapmamızı gerektiriyor. Partiye yeni katılan yoldaşlar, parti yaşamının gerektirdiği her konuyu ve görevi ele almaları için teşvik edilir, eğitilir ve onlara yardım edilir. Lenin’in yazdığı gibi, partinin gerçek merkeziyetçiliği, biçimsel bir merkeziyetçilik değil, azami ademi merkeziyetçilik, çeşitli sorumlulukların uyumlu bir şekilde dağıtılmasını gerektirir.
Toplantıda sunulan bazı raporlar şunlardı:
- Orta Doğu’da Emperyalist Savaş: Bugünün Yenilenleri - Yarının Kazananları
- Ukrayna’daki Acımasız Katliam
- Çin Komünist Partisi’nin Kökenleri
- Latin Amerika’da Sınıf Mücadeleleri
- Sahel Ülkelerinin Bağımsızlığı Yargılanıyor
- Türkiye Komünist Partisi Tarihi
Il Programma Comunista, s. 25 ve 26, 1956
Sömürgecilik İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana tartışılmaktadır. Süveyş Krizi, ABD hükümetini bile uluslararası politikadan önce ilkeler temelinde bir tavır almaya zorladı. Kanal anlaşmazlığı geçen yaz sonunda iptal edilen İngiliz-Fransız seferiyle sonuçlanmadan önce bile Foster Dulles, ABD’nin sömürgecilik karşıtı “inancını” açıkladı: Wall Street bankerlerinin ve Pentagon generallerinin ABD’nin yanında yer alması, sömürgecilik karşıtlığının sığınağı SSCB olan Rus-Komünist basınının sinirlerini bozdu. Ancak BM’de İngiltere ve Fransa’ya karşı gensoru önergelerinin oylanması, Amerikalıların ve Rusların eski Avrupa sömürgeciliğinin temsilcilerine karşı kardeşçe bir araya gelmelerinin canlandırıcı bir görüntüsünü sundu.
Peki, kapitalizmin savunma hattının en büyük kalesi, karşı devrimin atomik jandarması Amerika, aynı zamanda sömürgecilik karşıtlığının da bir kalesi midir? Rus-Komünist basını, İngiliz-Fransızları Port Said’den kovarak Arapçılık yanlısı tekeli Rus diplomasisinin elinden alan Amerikalıların yarattığı ani ama öngörülemeyen tersine dönüşü hazmedemiyor. Bu soruya her zamankinden daha az cevap vereceklerdi. Öte yandan biz bunu yapmakta hiç zorlanmıyoruz. Emperyalizmin süper gücü ABD, tarihsel sömürgeciliğin düşmanı gibi görünmüyor, ama aslında düşmanıdır. ABD’nin sömürgecilik karşıtlığı sadece Foster Dulles’ın ağzından vaaz edildiği sürece bu konuda biraz şüphe duyulabilirdi; ancak ABD’nin Londra ve Paris hükümetlerini boğazlarından tutarak onları Ortadoğu’da sahip oldukları artık etkileri kusmaya zorlamasıyla bu şüphe ortadan kalkmıştır. Sömürgecilik karşıtı ABD bir paradoks değildir. Moskova güdümlü basının söylemediği, bir kişinin burjuva ve sömürge halklarının bağımsızlığı yanlısı, emperyalist ve sömürgecilik karşıtı olabileceğidir; tıpkı Bandung ülkeleri tarafından sergilenen sömürgecilik karşıtı ideolojileri benimsemenin Marksist olmak için yeterli olmadığı gibi.
İdeolojik düzeyde, sömürgecilik karşıtlığı burjuva milliyetçiliğinin olumsuz versiyonudur, denizaşırı güçler tarafından toprakların işgaliyle belirlenen koşullar altında ulus-devletin fethi için mücadele eden burjuvazilerin sınıf ideolojisidir. Sömürgecilik karşıtı devrimlerin toplumsal formülü Avrupa’daki demokratik devrimlerinkiyle aynıdır: aynı şekilde, sömürgecilik karşıtı ideolojileri de son iki yüzyılın burjuva devrimlerinin filozofları ve ajitatörleri tarafından savunulan eski ulusal ilkeden başka bir şey değildir. Kendine özgü karakteri, feodalizme ve hatta feodalizm öncesine özgü arkaik toplumsal ilişkilerin, yabancı güçlerin bürokratik ve askeri aygıtları tarafından temsil edilen müdafa güçlerine dayandığı tarihsel koşullara uyum sağlama zorunluluğu tarafından belirlenir. Kendine özgü bir karakter, ama özgün bir karakter değil. Gerçekten de, yeni Afro-Asya devletlerinin anti-sömürgeci ideolojisi ve sömürgelerin ayaklanma hareketleri, her zaman genel ilkeler düzeyinde, başka zamanlarda ulus-devleti çok uluslu imparatorlukların gövdesinden ayırmak için silaha sarılmak zorunda kalan burjuvazilerin devrimci ideolojilerine kolayca asimile edilebilir.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Afro-Asya devrimci hareketlerinin emperyalizm eleştirisi, Marksist emperyalizm eleştirisinin ulaştığı sonuçlarla taban tabana zıt sonuçlara ulaşmaktadır. Ulusal egemenlik ve devlet işlerine karışmama ilkesinden öteye gitmez. Ancak Avrupa ve Amerika’daki burjuva devriminin ideologları bu noktaya çoktan ulaşmışlardı.
Tarihsel düzeyde sömürgecilik, eski sömürge burjuvazilerinin çıkarları ile dünya pazarını sürekli olarak genişletme eğiliminde olan büyük ölçekli kapitalist üretimin çıkarları arasındaki yakınlaşmayı işaret eden siyasi ve toplumsal bir olgudur. Bu haliyle emperyalizmin müdafasını engellemekten ziyade desteklemektedir. Sömürgecilik, yani denizaşırı toprakların ve üretici güçlerin kapitalist üretim alanına entegrasyonu, geçen yüzyılın son on yıllarında tekelci kapitalizmin gelişiminde güçlü bir faktörü temsil ediyor, metropollerdeki ekonomik-üretken ve siyasi potansiyelin kutuplaşmasını belirliyor ve bu nedenle kapitalist korumanın siperleri olan canavar devletlerin oluşumuna izin veriyordu.
Ancak eski sömürgeci Avrupa endüstriyel ve askeri üstünlüğünü kaybettikçe, büyük sömürge imparatorlukları kapitalist üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engel haline geldi. Sömürge imparatorluklarına sahip olmayan ülkelerde (ABD, Almanya, Japonya ve son olarak Stalinist Rusya) sermaye yoğunlaşması çok yüksek seviyelere ulaştı ve kısa süre içinde yeni gelenler İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz, Belçika gibi eski sömürgeci güçlere eşitlendi ve sonunda onları geçti. Böylece çelişkili bir tarihsel durum ortaya çıktı: bir yanda sınırsız genişleme eğilimi gösteren şiddetli endüstriyel potansiyeller, diğer yanda ise devasa coğrafi ve sosyal alanlara sahip olan ancak bunları kapitalist pazarlara dönüştürmekten aciz, ekonomik olarak gerileyen güçler. Başka bir deyişle, tarihsel sömürgeciliğin sürdürülmesi küresel kapitalist üretim alanının iç çelişkilerini arttırırken, sömürgelerde varlığını sürdüren eski feodal ya da yarı-feodal yapılar içinde daha az tehlikeli olmayan bir devrimci patlama biriktirdi. Kapitalizm öncesi eksik üretimin sorunlarını hafifletmek yerine, kapitalist aşırı üretimin sorunlarını daha da şiddetlendirdi.
Birbirini izleyen dünya savaşları bu derin dengesizliği düzeltti. Bu durum, yıllardır sömürge karşıtı devrimleri proleter devrimler olarak yutturmaya çalışan Rus-Komünist basınının söylediklerine bakılmaksızın, burjuva muhafazasının yararına oldu. Büyük emperyal bloklar -İngiliz Milletler Topluluğu’nun kara alanının ¼’ünü ve dünya nüfusunun neredeyse ¼’ünü içerdiği düşünüldüğünde- dağılıyordu. Daha önce katı korumacı bariyerlerle çevrili olan muazzam toplumsal kümeler, etnik ve ulusal ayrım çizgileri boyunca bölünerek Hindistan, Pakistan, Burma, Seylan, Endonezya, Vietnam, Mısır, Sudan, Tunus, Fas devletlerini doğurdu.
Moskova’nın sahte komünizminin yorumlarına göre, bu devletler ortaya çıktıklarında emperyalizme ciddi darbeler indirdiler. Bu, yalnızca emperyalizmin özel bir görünümü olan İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın tarihsel sömürgeciliği göz önünde bulundurulduğunda doğrudur. Buna karşılık, kapitalizmin genel çıkarları açısından bakıldığında, zafer kazanan her Afro-Asya bağımsızlık hareketi, kapitalist üretimi, yani kapitalizmin ekonomik yasalarına tabi olan dünya üretim alanını boğma tehdidi oluşturan bağlardan birini koparmıştır. Yeni ulus-devletlerin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte kapitalist dünya pazarı kalıcı olarak genişledi ve bir zamanlar kapitalizmi tamamlamış ülkelerin üretim makinelerinden fışkıran mal selini engelleyen setler havaya uçuruldu.
Önümüzdeki yıllar, tarihsel sömürgeciliğin çöküşünün, çökmekte olan Batı kapitalizmine nasıl canlandırıcı bir enjeksiyon olduğunu gösterecektir. Elimizde zaten Orta Doğu örneği var. Bölgeden çekilen eski emperyalist güçlerin etkisinin (en son Ürdün’ün İngiliz-Ürdün Anlaşmasını feshetmesi) Amerikan sermayesinin petrol üretimine yatırım yapmasına ve bunun sonucunda petrol kuyusu üretim endekslerinin görülmemiş seviyelere yükselmesine nasıl olanak sağladığını herkes görebilir. Batı Avrupa ekonomisinin Ortadoğu’dan petrol ürünleri tedarikine bağlı olduğu düşünüldüğünde, burjuva korumacılığının genel çıkarlarının Ortadoğu’da Amerikan sermayesinin İngiliz-Fransız sermayesinin yerine geçmesine nasıl fayda sağladığı görülebilir, çünkü İngiltere ve Fransa petrol kuyularını yönetmek için gerekli mali güçten yoksundur.
Gördüğümüz Kadarıyla Sömürgecilik Karşıtlığı
Önceki çalışmalarda, Afro-Asya sömürgecilik karşıtı rejimlerin ekonomik ve toplumsal olarak nasıl burjuva oldukları ve devrimlerinin demokrasinin ve ideolojik türevlerinin sınırlarını aşmadığı ve aşamadığı gösterilmişti.
Siyasi düzeyde, sömürgecilik karşıtlığı istismar edilen tarafsızlık tutumunu benimser. Bandung Konferansı üyesi ülkeler, büyük askeri blokların egemen olduğu bir dünyada hem Doğu hem de Batı emperyalizmlerine “eşit uzaklıkta” büyük bir İsviçre işlevi gördüklerini iddia etmektedirler. Ne var ki prensip beyanları gerçeklikle pek bağdaşmıyor. Ulus-devlet statüsüne yükselmiş olan Afro-Asya ülkeleri, yaygın olarak gösterdikleri sömürgecilik karşıtı kökenlerine rağmen, bir blok oluşturmamaktadır. Aslında pan-Çin milliyetçiliği, pan-Arap milliyetçiliği ve pan-Hint milliyetçiliği vardır.
Bandung’un “beş noktası ‘nı imzalayan ’tarafsızlar” arasında halihazırda “etki alanları” mevcuttur. Bu durum, açık diplomatik belgeler olmamasına rağmen Hindistan ve Çin arasında varılan ve küçük Himalaya devletleri üzerinde nüfuz haklarını paylaşan önemli anlaşmayla kanıtlanmıştır. Hindistan’ın kuzeydoğu sınırında yer alan Nepal Krallığı’nda hem iç hem de dış politikanın en üst düzey düzenleyicisi hem ekonomik danışmanları hem de askerleri aracılığıyla defalarca müdahalede bulunan Yeni Delhi hükümetidir. Küçük bir prenslik olan 300.000 nüfuslu Butan, Hindistan’ın himayesinde olup, dış ve ekonomik işleriyle ilgilenmekte ve ilginç bir şekilde sömürgeci İngiltere’nin Malaya’da ve başka yerlerde hala izlediği ilkeleri tekrarlamaktadır. Resmi olarak egemen bir devletçik olan ve 130.000 Hindu’nun yaşadığı Sikkim’e gelince, Nehru’nun pan-Hindistan milliyetçiliği incelikten uzaktır: bölge askeri olarak Hint birlikleri tarafından işgal edilmiştir. O halde, Yeni Delhi hükümeti Himalaya eyaletlerine Hint yanlısı bir düzen dayatmayı başardığında, Hindistan’ın Tibet’in Çin tarafından ilhakına karşı muhalefetinin azalması ve dolayısıyla dağılması tesadüf değildir. Kısaca ifade etmek gerekirse, tarafsızlığın iki devi olan Hindistan ve Çin, sınırlarında tarafsız devletlerin varlığına tahammül etmemekte, bunun yerine kontrolü paylaşmayı tercih etmektedirler.
Keşmir konusunda Hindistan ve Pakistan’ı, Peştunistan konusunda Afganistan ve Pakistan’ı bölen milliyetçi anlaşmazlıklar ve hepsinden önemlisi Arap dünyası olarak adlandırılan bölgeyi bölen şiddetli ve uzlaşmaz çatışmalar ayrı bir tartışmayı hak etmektedir. Bu konuyu daha önceki makalelerimizde kapsamlı bir şekilde ele almıştık. Küçük anlaşmazlıkları bir kenara bırakırsak, “Arap dünyasının” üç büyük devlete ve devletlerarası yapıya bölündüğünü söylemek yeterli olacaktır: Kuzey Afrika’daki Arap devletlerinin bir federasyonu olma eğiliminde olan Fas’ın Şerif İmparatorluğu; başlangıçta bir Türk-Irak ittifakı olan ancak daha sonra Pakistan ve İran’ı içine alan ve İngiliz üyeliğini alan Bağdat Paktı; ve son olarak Ürdün’ün yakın zamanda eklendiği Mısır-Suudi Arabistan-Suriye-Yemen ittifakı.
Bandung ülkelerinin sözde “bloğu”, iç çelişkilerden arınmış olsa bile, kendisini NATO ve Varşova Paktı askeri koalisyonları arasındaki büyük küresel mücadeleden soyutlayamazdı. Bunu yapamazdı çünkü Afro-Asya ülkelerinin sanayileşmesi, kapitalist olarak gelişmiş ülkelerin mali ve teknik yardımına bağlıdır. Mevcut tarihsel koşullar altında Afro-Asya “tarafsızlığı”, onu savunan devletlerin eylemleriyle hiçbir somut bağlantısı olmayan boş bir ideolojiye indirgenmektedir. Mısır’a yönelik başarısız İngiliz-Fransız saldırısının ardından yaşanan Süveyş Krizi’ni düşünmek bile yeterlidir. BM’de Mısır için yapılan oylamada Afro-Asya oylarının parlamentodaki ağırlığından söz ediliyor. Ancak herkes biliyor ki, Süveyş Kanalı’nın kapatılmasıyla Orta Doğu petrolünün akışının kesilmesi nedeniyle Avrupa’nın tek hidrokarbon tedarikçisi haline gelen ABD’nin ekonomik yaptırım tehdidiydi. Böylece Eski Kıta’da sanayi ve ulaşımın mutlak hâkimi haline gelmiştir.
Sonuç olarak, Afro-Asya ülkelerinin siyasi tarafsızlığı, retorik süslemelerine rağmen, emperyalizmin dünya merkezlerinin politikalarıyla ilgili olarak her iki tarafa da oynama siyasetinin avantajlarından kendilerini mahrum bırakmayı reddetmelerini maskelemeye hizmet etmektedir. Afro-Asya hükümetlerinin kendilerini içinde buldukları ihtiyaçlara karşılık gelmektedir. Gelişmiş kapitalizmin devletlerinden sübvansiyon ve kredi almadan ve dolayısıyla ekonomik olarak onlara bağımlı hale gelmeden sanayileşme planlarını gerçekleştirmeyi umut edemezler. Ama aynı zamanda emperyalizme karşı programatik muhalefetten de vazgeçemezler. Bunu yaparlarsa, geçmişte sömürgeci işgalcileri kovmak için mücadele eden ve bugün eski feodal ilişkilerin ortadan kaldırılması için mücadele eden devrimci güçlerin belkemiğini oluşturan kitlelerin desteğini kaybederler. Bu koşullar altında, resmi tarafsızlık devletin parçalanmasına karşı vazgeçilmez bir güvencedir.
Kayıtsızların Hatası
Anti-sömürgecilik anlayışımız, sömürge imparatorluklarının yıkıntılarından ulus-devletlerin oluşumuna yönelik hareketleri olumlu tarihsel olaylar ve gerçek devrimler olarak görmemizi engellemez. Bu tür hareketler feodalizmden, her halükârda kapitalizm öncesiden modern endüstriyel üretim tarzına geçişi sağlar ve böylece toplumsal bir devrim meydana getirir. Devrimci komünizmin partisi, ancak doğruyu yanlıştan, yani kaba reformizmi mevcut toplumsal ilişkilerin yıkımından ayırt edebildiği sürece, ortaya çıktığı her yerde devrimi destekleyebilir.
Bununla birlikte, kendilerine devrimci Marksist diyen, sömürge imparatorluklarında ve onların dağılmasıyla oluşan devletlerde meydana gelen olaylara kayıtsız kalan gruplar vardır. Argümanları kabaca şöyledir: “Kore, Çinhindi, Cezayir, Fas ve Süveyş Kanalı burjuva dünyasının yaralarıdır ve burjuvalar bu yaraları kendileri kaşımak zorunda kalacaklardır. Renkli halklarla dayanışma tuzağına düşüp Amerikalıların ya da Rusların ekmeğine yağ sürecek kadar aptal değiliz.”
Özünde böyle bir görüş, sömürgecilik karşıtı hareketin devrimci bir işlev gördüğünü reddetmekte; aksine, Afro-Asya ulus-devletlerinin oluşumu gerçeğini, dünyanın en büyük emperyalist güçleri olan ABD ve Rusya’nın giriştiği rekabetin bir sonucuna indirgemektedir. Gerçeklik hakkında bundan daha hatalı bir görüş olamaz. Afro-Asya devrimleri nesnel ve öznel koşulların, yani sömürgeci baskının ve kitlelerin emperyalist sömürünün çifte boyunduruğuna ve yarı-feodal yabancı destekli toplumsal yapıların despotizmine duydukları dinmek bilmeyen nefretin sonucunda ortaya çıkmıştır ve hala da çıkmaktadır. Lenin’in öğrettiği gibi, devrimler egemen güç artık yönetemediğinde ve ezilen kitleler artık eski düzende herhangi bir rol almak istemediğinde patlak verir, o halde Afro-Asya ulus-devletlerinin oluşumunun bir devrimi temsil ettiğine dair çok az şüphe olabilir.
Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak sömürgeci güçler artık eski mülklerini yönetemez hale gelmiş ve renkli halkların silahlı isyanı nedeniyle, düşmanlıkların sona ermesinden sonra kaybedilen toprakların mülkiyetini yeniden ele geçirmeleri engellenmiştir. İsyan sadece yabancıya köleliğin izlerini silmekle kalmadı, Asya feodalizminin hala tutunduğu eski siyasi iskeleyi de silip süpürdü.
Tarihsel kanıtları inkâr etmeden, Afro-Asya devletlerinin büyük emperyalist merkezlerin kararıyla ortaya çıktığı iddia edilemez. Bir an için Mao Tse-Tung’un devriminin Çin’de hangi tarihsel koşullardan yararlanarak zafer kazandığını inceleyelim. Kırk yıllık tarih, hatta 1911’deki anti-monarşist devrimden itibaren saymaya başlarsak daha da fazlası, Çin İç Savaşı’nın yeni Rus emperyalizminin yükselişinden önce başladığını göstermektedir. Ve Çin devrimci hareketinin ana hedefine, yani birleşik ve son derece merkezi modern bir devletin kurulmasına ulaşabilmesi için- ki bu Çin gibi atomize kapitalizm öncesi köy üretiminin hala devam ettiği bir ülkede son derece devrimci bir olgudur- Japon gücünün yok edilmesi gerekiyordu. Çin karşısında Japonya, elli yılı aşkın bir süredir devrim yolunda aşılmaz bir engel, Çin’i siyasi olarak birleştirmeye yönelik her girişimi her zaman hüsrana uğratan bir güç olmuştur. Doğru, Japonya’nın Mançurya’yı ve Çin’in büyük bir bölümünü işgali, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından sona erdi, ancak bölgenin kurtuluşuna Çin toplumunu kökten değiştiren devrimci bir hareket eşlik etti.
Bir başka örnek, Hindistan. Yeni ulus-devletler eski Hindistan imparatorluğunun dağılmasından sonra nasıl ortaya çıktı? Kesinlikle Büyük Güçlerin kararıyla değil. Burada da sömürgeciliğe karşı kansız ama daha az güçlü olmayan isyan, nesnel koşullardan yararlandı. Hindistan Birliği’nin, Pakistan’ın, Burma’nın, Seylan’ın kökeninde, ulus-devletin doğrudan Japon işgalcinin yerini aldığı Endonezya’da olduğu gibi, sömürgeci otoritelerin yokluğu nedeniyle bir iç savaş ya da iktidarın silahlı olarak ele geçirilmesi yoktu. Eski Hint İmparatorluğu’nun dağılmasının temelinde, savaş sırasında büyük Asya yarımadasının halklarına bağımsızlık vaat etmek zorunda kalan İngiltere’nin feragat eylemi yatmaktadır. Nazi-Faşist Mihver Ortadoğu’ya açılan kapı olan Süveyş Kanalı’nı doğrudan tehdit ederken, Hindistan’da, Japon propagandasını açıkça destekleyen Chandra Bose’nin başını çektiği gibi, İngiliz karşıtı tehlikeli hareketler ortaya çıkıyordu. Ve tüm bunlar, Tenno orduları Hong Kong ve Singapur’u ele geçirdikten sonra Burma’ya doğru ilerlerken gerçekleşiyordu. Bu koşullar altında İngiltere’nin başka seçeneği kalmamıştı: Hindu ve Müslümanlara bağımsızlık sözü vermek zorundaydı. Çatışmaların sonunda verdiği sözden geri dönemezdi: bunu yapmak için o zamana kadar sadece bir anı olan eski gücüne ihtiyacı olacaktı.
Afro-Asya devletleri emperyalizme karşı uzun ve kanlı bir mücadele sonucunda kuruldu. Böyle bir mücadele, soyut ideolojik ilkelerin değil ama sömürü ve baskının acımasız gerçekliğinin isyana sürüklediği geniş kitleler tarafından körüklenmemiş olsaydı imkânsız olurdu.
Devrimci proletaryanın yokluğuyla karakterize olan mevcut tarihsel koşullarda, sömürgecilik karşıtı devrimler demokratik ve ulusal devrim sınırlarının ötesine geçemezdi. Çarlık Rusya’sında devrim daha ileri gitmiştir çünkü hareketin başında, eski sömürge ülkelerde ve ne yazık ki kapitalist metropollerde de eksik olan proleter devrimci bir parti vardı.
Bu açıdan bakıldığında Afro-Asya devrimleri sağlam bir zeminde durmaktadır. İnkarcıların itirazlarına dönecek olursak, Afro-Asya devrimleri zaman zaman Amerikalılara ya da Ruslara meyletseler bile, kendi “oyunlarını” oynamaktadırlar. Devrimci Marksizmin yapması gereken, genç anti-sömürgeci demokrasiler tarafından oynanan “oyunun” devrimci “bahislere” sahip olup olmadığını tespit etmektir. Biz, bu soruya olumlu yanıt vermekte hiç zorlanmıyoruz. Eski siyasi iskeleyi ve kapitalizm öncesi çağdışı üretim biçimlerini yıkmak için çalışan, buna bağlı emeği ve modern sanayi proletaryasını ortaya çıkaran rejimler devrimci bir şekilde işlemektedir.
Bizim sömürgecilik karşıtı değerlendirmelerimiz ile muadillerimizin ve düşmanlarımızın değerlendirmeleri arasındaki fark şundan ibarettir: Afro-Asya devrimci demokrasisini sosyalizmle ya da onun bilinmeyen ön adımlarıyla karıştıran Rus-Komünist basını için sömürgecilik karşıtı devrimler bir son noktadır. Aynı kriter Amerikan markalı sömürgecilik karşıtlarına da rehberlik etmektedir. Bizim için sömürge karşıtı devrim bir başlangıç noktasıdır, daha doğrusu sömürge ve eski sömürge halklarının sosyalizme varmak için geçmeleri gereken tarihsel aşamadır. Bu, proleter devrim geldiğinde, bugün Asya feodalizminden modern kapitalist endüstriyalizme geçiş için vazgeçilmez olan aynı ulus-devletlerle karşı karşıya geleceği gerçeğinden saklandığımız anlamına gelmez.
Ulusal Bağımsızlık ve Demokratik Devrim
Eski sömürge devletlerinin devrimci doğasını inkâr etmekten daha gerçekçi olan, bağımsızlıklarına şüpheyle yaklaşmaktır. Açıkça yabancı finans ve teknolojiye bağımlı olan devletler “bağımsız” olarak kabul edilebilir mi?
Bizim görüşümüze göre, bir devletin ekonomik bağımsızlığı sorusu, toplumsal içeriği ve tarihsel işlevi sorusuyla bağlantılı olmak zorunda değildir. Ekonomik olarak bağımsız olmayan bir devletin devrimci bir işlevi yerine getiremeyeceği kanıtlanmış değildir. Büyük Asya devletlerinin devasa toplumsal alanlarının sanayileşmesi, ileri kapitalizmin devletleri tarafından yapılan sermaye yatırımlarıyla mümkün kılınmasına rağmen devrimci bir olgudur. Sırasıyla Rusya ve uluslararası finans kuruluşları tarafından aktarılan sermayeden yararlanan Çin ve Hindistan için durum böyledir.
Ancak daha yakından incelendiğinde, ekonomik bağımsızlık, dünya pazarının gerçekliğinde, kaba bir siyasi metafizik kavramı değil midir? Sadece Afro-Asya ülkelerinin değil, kapitalist alanın kendisinin hangi üretici organizması kendisini dünyanın geri kalanından bağımsız olarak düşünebilir? Dünya pazarındaki dalgalanmalara diğerlerinden daha fazla maruz kalanlar kesinlikle gelişmiş sanayileşme ülkeleridir. Süveyş Kanalı’nın kapanmasının Avrupa ekonomisinde yol açtığı sonuçları bir düşünün. Orta Doğu petrolünün akışının kesilmesi, dünya pazarında meydana gelen büyük bir dalgalanmanın, tarihsel gelişim eksikliği nedeniyle dünya ticari trafiğinin büyük akımlarının kıyısında yaşayan diğer ülkelere kıyasla ileri derecede sanayileşmiş ülkelerde daha büyük yıkımlara yol açabileceğini kesin olarak göstermiştir. Bu açıdan, son derece gelişmiş İngiltere, son derece geri kalmış Afganistan’dan daha az bağımlıdır.
Burjuva devrimi kanıtlamıştır ve buna ikna olmak için Komünist Manifesto’yu yeniden okumak yeterlidir ki; dünya pazarının ortaya çıkışıyla birlikte, bağımsız üretici organizmalar çağı sonsuza dek ortadan kalkmıştır. Ekonomik bağımsızlığın anlamlı olduğu bir tarihsel dönem varsa, o da toplumsal yaşamın üretiminin “kapalı adalarda” gerçekleştiği feodalizmdi. Feodalizmin aksine, burjuva devrimi ekonomik bağımsızlık ilkesinin olumlanmasını değil, birbirinden yalıtılmış, parçalanmış, iletişimsiz üretici sistemlerin bastırılması anlamında gerçekleşen olumsuzlanmasını temsil eder.
Şimdi sömürgecilik karşıtı harekette hangi eğilim görülebilir? Tam olarak, çağdışı yarı-feodal köy ekonomilerini silme eğilimi. Bir örnek vermek gerekirse, Çin hükümeti tarafından üstlenilen ve tamamlandığında Orta Asya’nın uzak bölgelerini gelişmiş kıyı kuşağına ya da başka bir deyişle dünya pazarına bağlamaya hizmet edecek olan devasa demiryolu inşaatı planı başka hiçbir öneme sahip değildir. Bu şekilde, Çin’in yarı-feodal köyü gerçekten bağımsız olmaktan çıkacaktır.
Marksizm bu tür olaylara kayıtsız kalabilir mi? Kesinlikle hayır. Bunlar devrimci olaylardır. Demiryoluyla birlikte sanayi (kapitalist de olsa) Çin Türkistan’ına, Çinhindi ormanlarına ya da vahşi Assam’a ve onunla birlikte modern proletaryaya nüfuz eder.
Siyasi dilde yaygın bir ifade olan siyasi bağımsızlık, yaklaşık ve geleneksel bir kavramdır. Devlet mekanizmasının -İngiliz Kraliyetine bağlı Hint Adaları genel valiliğinde olduğu gibi- geniş bir uluslarüstü mekanizmaya dönüşmediği, devletin siyasi sınırları tarafından sınırlandırılmış toplumsal yapıdan kaynaklandığı anlamına gelir. Bir durumdan diğerine geçişe, Afro-Asya ülkelerinde derin bir devrim eşlik etmektedir.
Elbette genel ilke, siyasi bağımsızlığa rağmen Suudi Arabistan’da olduğu gibi kölelik benzeri biçimlerin bile sürdürüldüğü bazı Arap devletlerinde olduğu gibi istisnalara izin vermektedir.
Eski büyük sömürgeci devletler için siyasi bağımsızlık, bir ulus-devlet anlamına
geliyordu. Ve bu, burjuva devriminin tarihsel hedefidir: ulus-devlet. Burjuva
ulus-devleti olmadan feodal “nicelik” burjuva-kapitalist “niteliğe” dönüşemez.
Raimondo, kendisi hakkında kişisel olarak konuşmamamız, sadece hayatını adadığı ve maalesef çok erken sona eren büyük davayı hatırlatmamız gerektiğini söylemişti.
Aslında Raimondo, çok genç yaşlardan beri militan biriydi ve o zamandan beri uluslararası komünizm partisinde, bizim partimizdeydi.
Bu nedenle, onun isteğine uyarak, burada onun olağanüstü niteliklerini, duyarlılığını, gözlerindeki canlı zekasını ve sabırlı gülümsemesini, insanları ve durumları anlamayı bilen, herkese saygılı, sevgi dolu bir kararlılıkla müdahale eden birinin niteliklerini hatırlamayacağız.
Bu da bize bıraktığı bir başka ders. Komünizmden bahsetmeden komünistten bahsedemezsiniz. Ve Raimondo’yu gerçek anlamda, tam anlamıyla, sadakatle ancak onun ve bizim komünizm mücadelemiz içinde hatırlayabiliriz.
Bireyi küçük düşüren ve deforme eden bireyciliktir. Raimondo bize, kendisinden bahsetmememizi, çünkü sadece ondan bahsederek ona ihanet etmiş olacağımızı söylemişti.
Kişiselleştirmeyi aşmak, bireyi inkar etmek için değil, onu yüceltmek, onu güçlenmiş ve yoğun bir ilişki ağı içinde özgürleştirmek içindir. Bir insan, başkalarıyla olan ilişkileriyle oluşur. Başka türlü tanımlanamaz.
Raimondo, dünyadaki tüm insanlarla ve varlıklarla ilişki kurma ihtiyacını yaşadı, gerçekleştirdi ve tatmin etti. Ve bir komünist, hayatın tüm somut, günlük olaylarında her zaman komünisttir. Sadece rüyalarda, bir özlemde veya daha kötüsü, nostaljide, pişmanlıkta ya da bir ritüelde değil.
Ve bu mümkündür, çünkü bir komünist, bu toplumun sis bombalarıyla kör olmuş ve dünyadaki tüm kana susamış devletleri temsil eden maymunların uygunsuz çığlıklarıyla sağır olmuş diğerlerinin göremediklerini görür.
Her insan, az ya da çok bilinçli olarak, belirsiz bir daha iyi dünyanın olabileceğini ve olması gerektiğini bilir ve çoğunluğa dayatılan, kendi çıkarları için uygulanan adaletsizliklerden ve onlara dayatılan saçmalıklardan, israflarından, acılarından, yaslarından ve katliamlarından muzdariptir. Dinler bu ihtiyacı öteki dünyaya havale ederel boğar.
Ancak, giderek daha fazla işkenceye maruz kalan bu dünyevi dünyada, komünist, komünizmin zaten var olduğunu görür ve hisseder. Komünistlerin iradesi değil, kapitalizmin kendisi, tüm maddi ve manevi önkoşullarını ve temellerini aşamalı olarak yıkmaktadır. İnsanlar bunu bilemese ve sadece hayal etse bile, tüm gerçek yaşamımız maddi olarak komünizm için hazırdır. Ancak insan, hayal edebildiği kadar, zaten ulaşabileceği kadar hayal eder.
Raimondo’nun komünizmi görecek zamanı olmadığını söylemeyeceğiz. Aksine, o komünizmi gördü. Ve komünizm için yoldaşlarıyla birlikte mücadele ettiği için onu tamamen gördü.
Büyük sakinliği sayesinde Raimondo, bireycilerin zayıflığı olan sabırsızlığı hiç göstermedi. Bizim anlayamadıklarımızı ve yapamadıklarımızı, bizden sonra gelenler yapacak. Ve burada yapamazlarsa, başka ülkelerde ve kıtalarda başlayacaklar. Komünistler asla acele etmezler.
Bir plana ve pratik tutumların sürekliliğine göre, gün be gün, yıl be yıl, militan nesillerin birbirini izlemesiyle yürütülen bu sabırlı hazırlık, zaten komünizm değil midir? Kıskançlığın, düzensizliğin, tesadüflerin ve sermayenin çıkarlarının reddi değil midir?
Elbette bu bizi teselli etmek için yeterli değil. Hayatın bu yaraları var. Raimondo’yu hepimize sıkı sıkıya bağlayan ağ yırtıldı ve hepimiz acı çekiyor ve büyük bir keder duyuyoruz. Şimdi, sevgi ve anılardan oluşan bu ağı yeniden kurmalı, onun hayat derslerini gençlere ve gelecek nesillere aktarmalıyız.