|
||||
|
||||
|
||||
Kemalist ve sosyal demokrat ana muhalefet partisi CHP’nin olağandışı bir başarı elde ederek 2024 belediye seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve ilerleyen süreçlerde hemen hemen bütün anketlerde istikrarlı biçimde bu konumunu koruması, iktidardaki AKP-MHP ittifakını dramatik hamleler yapmaya itmiş durumda. İktidarda kaldığı 23 yılda Türkiye’nin siyasi rejimini kendi çıkarlarına ve ideolojisine göre adım adım tasarlayan AKP ve küçük ortağı MHP, iktidarı kaybetmenin kendileri için geri dönülmez bir son olacağının farkında. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun normal koşullarda neredeyse kaçınılmaz gözüken olası bir seçim yenilgisinin şimdiden önüne geçmek için uğraşıyorlar.
Yargı Savaşı
AKP-MHP ittifakının iktidarını korumak amacıyla yaptığı hamlelerin başında CHP’ye karşı bir yargı savaşı başlatmak geliyor. Daha önce Kürt milliyetçisi harekete karşı yapılanları tekrarlayarak, onlarca CHP üyesi belediye başkanı, büyük ölçüde şüpheli gözüken iddialar öne sürülerek tutuklanmış ve görevden alınmış durumda. Dahası, AKP-MHP iktidarı, yargı yoluyla CHP’nin mevcut yönetiminin kendisini değiştirme seçeneğini bariz şekilde elinde tuttuğunu gösteriyor. CHP’nin oldukça popüler olan mevcut başkanı Özgür Özel’in, artık itibarını neredeyse tamamen yitirmiş eski başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu devirdiği kongrenin şaibeli olduğu iddiasıyla açılan dava CHP İstanbul İl Başkanlığı’na Kılıçdaroğlu’na yakınlığıyla bilinen bir ismin kayyum olarak atanmasına yol açtı. Başta İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere CHP’li belediye başkanlarının tutuklanması karşısında tutum alması yönünde tüm çağrılara sessiz kalan ve artık muhalif basından ziyade yandaş basına konuşmayı tercih eden Kılıçdaroğlu da, oldukça yaygın tepkilere rağmen şayet mahkeme kendisini kayyum olarak CHP’nin başına getirirse görevi kabul edeceğini açıkça ifade etti.
Buna karşı mevcut CHP yönetimi kolayca ve başarılı bir biçimde hem kadrolarını hem de tabanını harekete geçirdi ve bir dizi olağanüstü kurultay düzenleyerek demokratik meşruiyetini kanıtladı. Bu koşullar altında Kılıçdaroğlu’nun tekrar CHP’nin başına getirilmesinin istenen etkinin tersini yaratacağını gören iktidar, CHP’ye şimdilik bu yargı darbesini vurmadı ve kurultay davası mevcut CHP yönetiminin lehine sonuçlandı. Buna karşın CHP yönetimi bu sonucu kutlayamadan Ekrem İmamoğlu’na karşı savcılığın iddianamesi açıklandı. 2000 yılın üzerinde hapis cezası alması istenen İmamoğlu, bir suç örgütü kurmakla ve suçlarını örtbas etmek için önce CHP yönetimini ele geçirmekle ve sonra cumhurbaşkanı adayı olmakla suçlanıyordu. Dolayısıyla İmamoğlu iddianamesi mevcut CHP’yi bir suç örgütünün kontrolündeki bir parti olarak tanımlıyordu. İddianamenin açıklanmasının ardından CHP’nin kapatılması bile tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla CHP’ye karşı yargı savaşı bütün şiddetiyle sürmeye devam ediyor.
Burjuva muhalefetinin sıklıkla ifade ettiği üzere İmamoğlu’nun hedef alınmasının başlıca nedenlerinden biri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yenme olasılığı yüksek görünen bir aday olarak öne çıkmasıydı. Mevcut koşullar altında İmamoğlu’nun Erdoğan’a karşı cumhurbaşkanı adayı olup yarışması artık imkansız. İmamoğlu’nun yerine muhalefetin adayı olabilecek siyasetçilerin başında CHP’nin faşist kökenli Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş geliyor. Muhalif faşist İyi Parti ve Zafer Partisi’nden de güçlü bir destek gören Yavaş, anketlerde Erdoğan’a karşı İmamoğlu’ndan bile daha etkili olabilecek gibi gözüküyor. Bu yüzden Ankara Büyükşehir Belediyesi de bir yolsuzluk soruşturması ile yargı sopasının hedefi haline geldi. Soruşturma, ironik biçimde yolsuzlukları kendi partisinin önde gelen kimi isimleri tarafından ifşa edilmiş ve kınanmış ve en nihayetinde istifası emredilmiş AKP’li eski belediye başkanı tarafından bir gece öncesinden internette duyuruldu. Soruşturma daha Yavaş’ın kendisine ulaşmamış olsa da Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne karşı da yargı sürecinin başlamış olması, Yavaş’ın olası adaylığı durumunda ona karşı da bir operasyon yapılması seçeneğinin cepte tutulduğunu gösteriyor.
Yargının CHP’ye karşı attığı her adım, yıllardır can çekişen Türkiye ekonomisini sarsan şiddetli dalgalara yol açıyor. Buna karşın CHP, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından patlak veren kendiliğinden eylemleri tamamen kendi tekeline almış durumda. Artık eylemler tamamen CHP’nin programına göre, CHP’nin sloganlarıyla, CHP’nin belirlediği İstanbul ilçeleri ve Anadolu illerinde ve CHP’nin belirlediği sıklıkta gerçekleşen mitinglere dönüştüler. Temelde ekonomik sorunlardan muzdarip olan kitleler, CHP’nin düzenlediği bu mitinglere adeta akıyorlar. CHP’nin geleneksel olarak zayıf olduğu illerde bile şaşırtıcı derecede kitlesel mitingler gerçekleşiyor. CHP yönetiminin İmamoğlu için başlattığı imza kampanyasında ise toplanan imzalar 25 milyonu bulmuş durumda. Dolayısıyla burjuva iktidarın burjuva ana muhalefet partisine karşı başlattığı yargı savaşının şimdilik başarılı olduğunu söylemek zor ve akibeti belirsizliğini koruyor.
“Barış Süreci”
AKP-MHP iktidarının CHP’ye karşı yargı savaşının yanı sıra yaptığı ikinci önemli hamle, Kürt milliyetçileriyle yeni bir “barış süreci” başlatmak oldu. Bu süreci tamamen Türkiye’nin iç siyasetiyle ilişkili görmek hatalı bir değerlendirme olacaktır; daha önce yazdığımız gibi Türkiye emperyalizminin bölgesel çıkarları da bu süreci gerektirmektedir. Öte yandan mevcut iktidarın süreç vasıtasıyla iç siyasette de kazanabileceği ne varsa kazanmayı hedeflediği açıktır. Olası kazanımların başında da geçmiş seçimlerde ve özellikle son belediye seçimlerinde ağırlıklı ve etkili olarak muhalefeti destekleyen Kürtlerin gelecek seçimde mümkün mertebe oylarını kazanmak ve en azından tarafsızlıklarını sağlamak gelmektedir. “Barış süreci” bağlamında mecliste bir “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve bu komisyon, bir dizi toplantının ardından çoğu Kürt milliyetçisinin tartışmasız önder olarak kabul ettiği PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmek için İmralı Hapishanesi’ne bir heyet göndermeye karar verdi. CHP, komisyonda yer almakla birlikte heyete üye vermeyeceğini açıkladı. Aslında yıllarca CHP ve Türk solcularıyla işbirliği yaptıktan sonra Kürt milliyetçisi DEM Parti bugün zor bir konumda. DEM Parti bir yandan tabanı tarafından, daha önce Kürt milliyetçisi siyasetçilerin de yaşadığı tarza bir yargı saldırısı ile karşı karşıya olan CHP ile dayanışma ifade etmeye itiliyor, diğer yandan Öcalan onlara hükümetle ve iktidardaki ittiffakla azami şekilde işbirliği yapmalarını emrediyor. Temel kaygısı hapisten çıkmak gibi gözüken Öcalan’ın DEM Parti’yi, isminde “Türkiye” geçecek ve yeni bir yönetime sahip olacak şekilde yeniden tasarlamak üzerinde çalıştığı konuşuluyor. Dahası Öcalan CHP’ye sokaklardan çekilmesi aklını veriyor.
Bu bağlamda CHP’nin hem Kemalist tabanını hem de muhalif faşist partileri mutlu etmek amacıyla Öcalan ile görüşecek heyete üye vermemesi, anlık olarak anlaşılabilir olsa da, uzun vadede Kürtlerin CHP’den uzaklaşmasına katkı sağlayabileceği için hatalı bir hamle olabilir. Yıllarca Türk siyasetinde “bebek katili” retoriğiyle anılan Öcalan’ın normalleşmesi karşısında CHP ne diyeceğini bilemiyor ve etkili bir siyaset üretemiyor. Muhalif faşist partiler gibi eski retoriğe sarılamıyor, zira bunu yaparsa Kürtlerin tamamını karşı tarafa iteceğinin farkında. Öcalan’la yakın görünmekten de muhalif faşistleri ve tabanındaki diğer şövenistleri küstüreceği için korkuyor. Dolayısıyla arada kalıyor ve kimseye yaranamıyor. Bu sıkışmışlık durumunun, uzun vadede CHP’nin iktidar yürüyüşüne, karşı karşıya olduğu yargı savaşından bile daha büyük bir engel teşkil ettiği söylenebilir.
İktidar Bloğunda Çatırdamalar
Son olarak, son aylarda AKP-MHP ittifakında belirli çatırdamalar ve fikir ayrılıkları ortaya çıkmış durumda. Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump’la karsız anlaşmalar imzaladığı ve Filistin konusunda Trump’la yan yana geldiği için tepki çektiği bir dönemde MHP lideri Devlet Bahçeli, Türkiye, Rusya ve Çin arasında pek mümkün gözükmeyen bir ittifakın kurulması çağrısında bulundu. Erdoğan, Bahçeli’nin demeciyle ilgili soru soran gazetecilere, demeci tam olarak takip etme şansı bulamadığını söyledi ve konu kapandı. Buna karşın CHP lideri Özgür Özel hem Erdoğan’ın Gazze’deki savaşa dair etkisiz tutumunu hem de Trump’la yakın ilişkilerini düzenli olarak hedef almaktan geri durmuyordu, hatta CHP bu dönemde Gazze için kitlesel bir miting düzenledi. Aslında Erdoğan ve Bahçeli arasında Türkiye emperyalizminin büyük emperyalist güçlerin konumlanışı arasında gerçek bir çelişki olduğu şüpheli. Türk faşizminin geleneksel partisi MHP’nin ABD emperyalizmiyle onlarca yıl öncesine dayanan köklü ilişkileri olduğu bilinen bir gerçek. Buradan yola çıkarak Bahçeli’nin açıklamalarının gerçek bir çelişkiden ziyade Erdoğan’ın üzerindeki yükü hafifletmeye yönelik olduğu düşünülebilir.
Daha ciddi bir çelişki, CHP’nin kardeş partisi CTP’nin adayının AKP-MHP ittifakının desteklediği eski cumhurbaşkanına karşı ezici bir üstünlükle kazandığı Kuzey Kıbrıs cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gecesinde yaşandı. Bahçeli, Türk hükümetinin desteklediği milletvekillerinin hala çoğunlukta olduğu Kuzey Kıbrıs meclisinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarını geçersiz ilan etmesi ve Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye doğrudan bir il olarak bağlanması çağrısında bulundu. Erdoğan ve diğer önde gelen AKP’liler, bu konuda Bahçeli’nin dramatik çıkışıyla doğrudan çelişmekten çekinmediler ve sonuçları tanıdıklarını ilan ettiler. AKP-MHP ittifakını korkutanın, Kuzey Kıbrıs’ın yeni cumhurbaşkanı tarafından gerçekten Güney Kıbrıs ile bir federasyona götürülebileceği gibi oldukça düşük bir olasılıktan ziyade, seçim sonucunun gelecek Türkiye seçimlerinin bir habercisi olabileceği ihtimali olduğu açıktır. Seçim gecesi Erdoğan ve Bahçeli arasında ortaya çıkan çelişki, derin bir karşıtlığın veya fikir ayrılığının varlığından ziyade istenmeyen gelişmeler karşısında AKP-MHP ittifakının iyi koordine olamadığı bir durumun örneği olarak görülebilir.
AKP ile MHP arasındaki çelişkileri, iktidar bloğunun yakın vadede herhangi bir dağılma ihtimali olduğu şeklinde yorumlamak mümkün değil. AKP ve MHP, iktidarda kalmak için birbirlerine muhtaç olduklarının farkındalar ve çatırdadıklarından çok daha fazla birlikte hareket ediyorlar, öngörülebilir gelecekte de öyle yapmaya devam edecekler. Öte yandan gerek taktiksel nedenlerle, gerekse koordinasyon eksikliğinden kaynaklanan bu çatırdamalar, iktidarın gerçekten zorlandığı durumlarla karşı karşıya kaldığının net bir göstergesidir ve bu nedenle gelecekte artacakları da söylenebilir. Bu çatırdamalar arttıkça da iktidar bloğunun birliği ve istikrarına dair spekülasyonlar artacak ve bu da ittifaka güvenin azalmasına ve tabanda kafa karışıklığına yol açacaktır.
Burjuva Kaos ve Sınıf Mücadelesi
Türk burjuva siyasetinin rakip partileri arasındaki iktidar savaşının yol açtığı kaos, bir yandan ekonomik krizi derinleştirerek işçi sınıfını ve emekçi kitleleri giderek daha sefil koşullara mahkum etmekte ve büyük bir toplumsal heyezana yol açmakta, diğer yandan ise işçi sınıfının birbirine karşı kutuplaştırmakta, bütün partileriyle kapitalist sisteme karşı mücadele etmekten ziyade kapışan burjuva partilerin tarafları kılmaktadır. Türk burjuva siyasetinin içine düştüğü kaos, sadece iç siyasetin bir ürünü de değildir. Hem ABD emperyalizmi, ya da en azından ABD’nin mevcut yönetimi, hem de Çin ve Rusya, AKP-MHP ittifakının iktidarını korumasından memnundur; buna karşın Avrupa’nın önde gelen emperyalist güçleri, özellikle de Almanya, CHP’ye büyük bir destek vermektedir. Bölgesel bir emperyalist güç olan Türkiye’deki bütün burjuva partileri – Kürt milliyetçileri de dahil olmak üzere – şu veya bu büyük emperyalist gücün güdümünde siyaset yapmaktadır.
Bu koşullar altında sınıf mücadeleleri, hem hükümetin desteklediği patronlara hem de CHP kontrolündeki belediyelere karşı sıklıkla patlak vermektedir, ancak derinleşen ekonomik krizin korkunç etkilerine karşı çıkabilecek kitleselliğe ulaşamamaktadır. Burjuva iktidarı her mücadelede işçilere karşı taraf tutmakta, kapitalist düzenin sopasını işçilere karşı kullanmaktadır. Burjuva muhalefeti ise işçilerin iktidardan daha çok dostu değildir ve geniş kitlelerin sınıf mücadelesi yolunu izlemek yerine seçimlere bağladıkları umutlarını canlı tutmaktadır.
Türkiye’deki ekonomik kriz, kapitalist düzenin dünya genelindeki çözümsüz krizinin bir parçasıdır. Muhalefetin mevcut iktidarı devirmesi ne krizin etkilerini ortadan kaldıracak ve işçi koşullarında gerçek bir iyileşmeye yol açacaktır ne de işçi mücadelelerinin karşısındaki baskıyı ciddi şekilde hafifletecektir.
İşçi sınıfı için tek çıkış yolu, dünyadaki tek sınıf partisi olan Enternasyonal
Komünist Partisi’nin liderliğinde, sınıf sendikalarında örgütlenmek ve
burjuvazinin sahte gündemlerinden ziyade kendi sınıf çıkarları için, yani yaşam
ve çalışma koşulları için sınıf kavgasına girmektir.
Bölgedeki Muhtelif Çatışmalar 7 Ekim 2023’te Hamas ve Filistin İslami Cihat
milisleri tarafından gerçekleştirilen katliam 1.200 sivilin öldürüldüğü,
barışseverler ve göçmen işçiler de dahil olmak üzere 250 kişinin kaçırıldığı
katliam, İsrail Devleti ile egemen Arap-Filistin grupları arasında yeni ve
bugüne kadarki en kanlı çatışmayı başlattı. Bu çatışma, Ocak ve Mart ayları
arasında kısa bir ateşkesle 24 aydır devam ediyor ve Gazze’den Orta Doğu’nun
büyük bir kısmına yayıldı.
Gazze Şeridi’ni kontrol eden burjuva partilerin – şu anda geriye kalan bir parçaya indirgenmiş durumda – ve onları destekleyen kapitalist devletlerin niyetlerinin ne olduğunu söylemek zor. Ancak, İsrail burjuva rejiminin gerçekleştirdiği soykırımla aynı soykırım arzusunu ifade eden bu katliamın, aylardır İsrail toplumunu hükümetinin arkasında birleştirdiği ve böylece Gazze’ye savaş açmak için en uygun koşulları sağladığı açıktır.
Hamas Sağlık Bakanlığı’nın sağladığı ve İsrail güçleri tarafından da doğrulanan verilere göre, bu savaşa şu ana kadar 67.000’den fazla hayat kurban edildi, Gazze’nin binalarının büyük bir kısmını – altyapı, hastaneler, okullar ve camiler dahil – yok etti ve BM gıda programına göre bir ay önce yaklaşık 650.000 Gazze proleterini etkileyen bir kıtlığa neden oldu.
2023 nüfus sayımına göre 2,3 milyon olan nüfusun yaklaşık 200.000’i bölgeden ayrılmayı başardı. Haaretz gazetesi tarafından defalarca bildirilen verilere göre, bu azınlığın çoğu Mısır’ın Sina Yarımadası’nda faaliyet gösteren örgütlere yaklaşık 4.000 dolar ödedi. Dolayısıyla bunlar çoğunlukla orta sınıf aileler veya küçük burjuvazinin zengin kesimidir.
67.000 Filistinli kurbanın %46’sı 18 yaşın altında, bunların arasında yaklaşık 1.000 bebek var ve öldürülen militanlarla sivillerin oranı 1’e 5 (İsrail hükümetine göre 1’e 2). Bu katliam, bölgenin dünyanın en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri olması ve çok yüksek doğum oranı nedeniyle (2001’de 1,5 milyon nüfus; 2023’te 2,3 milyon; 2023’te 50.000’den fazla yeni doğum) son derece genç bir nüfusa sahip olması nedeniyle öngörülebilirdi.
7 Ekim’den sonra, Lübnan (Hizbullah), Suriye, Irak ve Yemen’deki (Husi) İran yanlısı güçler İsrail’e karşı kararlı, koordineli ve eşzamanlı bir saldırı başlatmadı. Bunun yerine, İran rejimine göre, yanıtın derecesini ve türünü kendileri belirleme özgürlüğüne sahiptiler. Bu, Filistin davasıyla dayanışma görüntüsünü sürdürmek için füzelerin fırlatılmasıyla sonuçlandı, ancak İsrail ile açık bir savaşı kışkırtmak için yeterli değildi.
Ancak bu, İsrail’in Gazze’deki çatışmanın başlamasından 10 ay sonra, Ağustos 2024’te Lübnan’daki Hizbullah’a karşı güçlü bir saldırı başlatmasını engellemedi. Bu saldırı, Hizbullah’ın liderliğini ortadan kaldırdı, milislerini önemli ölçüde zayıflattı ve onları Litani Nehri’nin kuzeyine geri püskürttü. 27 Kasım’da imzalanan ateşkesle yenilgi kesinleşti ve Lübnan burjuva siyasi güçleri arasında yeni bir denge oluştu; yeni hükümet Hizbullah’ın milislerini silahsızlandırmaya çalıştı.
Bu ateşkesin imzalanmasından bir haftadan az bir süre sonra, Hay’at Tahrir al-Sham (HTS) örgütünün Sünni milisleri Suriye’de ilerlemeye başladı ve 8 Aralık 2024’te Şam’ı ele geçirerek 1971’den beri iktidarda olan Esadları devirdi.
Bu, İran emperyalizmine ikinci bir darbe oldu ve İran’dan Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e insan, mal ve silahların sürekli hareketini sağlayan sözde “Şii koridoru”nu kesintiye uğrattı.
Esadların düşüşü, Suriye’deki üç askeri üssünün tehlikeye girdiğini gören Rus emperyalizmine de bir darbe vurdu: 1971’den beri elinde tuttuğu Tartus’taki deniz üssü ve Hmeymim ve Kamışlı’daki hava üsleri.
Rusya’nın Suriye’deki varlığı, Esad klanının iktidarının dayandığı etnik bir azınlık olan Alevi burjuvazisini desteklemek içindi. Bu azınlık, Mart ayında yeni hükümetin koruduğu Sünni milisler tarafından saldırıya uğradı ve birkaç gün içinde yaklaşık bin kişi katledildi. Burjuvazinin sinizmini ve Makyavelizmini hatırlayan İsrail, şimdi, Fırat’ın kuzeydoğusundaki Kürtleri ve Şam’ın güneyindeki Dürzileri desteklediği gibi, Türkiye karşıtı bir tutumla ve yeni Suriye rejimini zayıflatmak için, üç Suriye üssündeki Rus varlığını da destekliyor.
Anahtar, bölgedeki devletler arasındaki güç dengesi, pazarlar ve topraklar için rekabet eden, koşullara göre değişen ittifaklar (yani çıkarlar) ve dünyanın emperyal efendilerine, ABD’ye, bir zamanlar SSCB’ye (Stalinist kılıflı karşı devrimden sonra) ve bugün Rusya ve Çin’e bağımlılık.
2003’te ABD’nin Irak’la ikinci savaşı ve bunun sonucunda o zamana kadar bölgedeki önemli bir kapitalist güç ve İran’ın doğrudan rakibi olan bu ülkenin yıkılmasıyla, İran 20 yıldır Irak, Suriye, Lübnan, Gazze ve Yemen üzerinde etkisini genişletebilmiştir. Gazze’deki savaş, toplamda yedi savaşta birçok cepheyi patlattı ve bunun sonucunda İran’ın emperyalist gelişimi zayıflatıldı ve Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail lehine bir durum ortaya çıktı. Yani İran’ın gücünü sınırlamakla ilgilenen, ancak birbirleriyle savaşmaya hazır olan tüm burjuva güçler.
ABD’nin ana rakibi olan Çin emperyalizmi bile, Filistin davasını destekleyen açıklamalar yapıyor ve İran’ın ihraç ettiği petrolün %90’ını, yani ihtiyaçlarının yaklaşık %15’ini ithal ediyor, dolayısıyla dolaylı olarak İran’ın emperyalist teşebbüsünü finanse ediyordu. Bu teşebbüs Gazze’de Filistin İslami Cihat Örgütü (PIJ) ve Hamas’a destek şeklinde ortaya çıktı. Buna karşın Çin, İsrail’in en büyük ticaret ortağıdır ve ithalatının %17’sini Çin’den yapmaktadır. Bu oran, ithalatının %11’ini karşılayan ABD’den yaptığı alımlardan bile fazladır. Devasa Çin devlet şirketleri, otoyollar, elektrik santralleri ve Hayfa’daki gibi limanlar inşa ediyor ve işletiyor. Yapay zeka konusunda uzmanlaşmış Çinli şirketler, Gazze’deki Filistinlileri gözetlemek için insansız hava araçları kullanıyor ve Batı Şeria’da gözetleme, yüz tanıma ve veri toplama sistemleri sağlıyor.
Rusya ve İran’ın, savaşın ilk 15 ayında (Ekim 2023’ten Aralık 2024’e kadar) yaşadıkları aksiliklere verdiği yanıt, 17 Ocak’ta Moskova’da imzalanan iki ülke arasındaki “Stratejik İşbirliği Anlaşması” oldu.
Bu arada İsrail, Gazze’den Orta Doğu’ya yayılan çatışmadan yararlanmaya devam ederek, fiili durum stratejisini sürdürdü: Yeni rejimi zayıflatmak için Suriye Arap Ordusu, Hava Kuvvetleri ve Donanması’ndan geriye kalan askeri yapıları defalarca bombaladı ve Golan Tepeleri’nde, Şam’a 40 kilometre uzaklıkta yer alan toprakları ve köyleri ele geçirdi.
Uluslararası diplomatik camiada, Suriye’nin toprak egemenliğinin ihlali konusunda çok az protesto sesi yükselirken, 9 Eylül’de İsrail’in Katar’ın Doha kentine çok daha sınırlı bir bombardıman düzenlemesinin ardından sahte bir öfke korosu yükseldi.
Suriye, emperyalist güçler arasında çekişme konusu olmaya devam ediyor. Bu güçler, aile yapısı nedeniyle klanlar olarak tanımlanan yerel burjuvazi arasındaki etnik rekabeti kullanıyor: kuzeyde Türkiye, güneyde İsrail, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, ABD’nin yaptırımlarının çoğunu askıya almasının ardından ülkenin yeniden inşasına büyük miktarda sermaye yatırmakla ilgileniyor. Türk emperyalizminin çıkarları, Sünni burjuvazinin bir kısmını temsil eden yeni Suriye rejimi tarafından korunurken, İsrail, daha önce de belirtildiği gibi, kuzeydoğudaki Suriyeli Kürtlere ve güneydeki Dürzilere güveniyor.
ABD, kapitalistlerinin çıkarlarını korumak için bölgede birkaç piyonla oynuyor: İsrail piyonu, NATO üyesi Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri - Pers Körfezi’nin sözde petro-monarşileri - ile Trump’ın geçen Mayıs ayında yaptığı ziyaret sırasında sırasıyla 600 milyar, 243 milyar ve 200 milyar dolar değerinde anlaşmalar imzalandı.
18 Mayıs’ta İsrail hükümeti, Gazze’de yoğun bombardımanla başlayan yeni “Gideon’un Arabaları” operasyonunu başlattı; bu operasyon, 20 Ağustos’ta büyük çaplı asker ve kara aracı sevkiyatıyla “Gideon’un Arabaları 2”ye dönüştü; 16 Eylül’de ise Gazze şehrine girmeye başladılar.
Böylesine uygun bir anda, o aylar süren savaşta elde edilen önemli kazanımların ardından, İsrail burjuva rejiminin durumu kendi lehine kullanarak İran’ın bölgesel gücüne meydan okuyacağı bekleniyordu. Bu, her zamanki gibi ABD ile yapılan anlaşma ile gerçekleşti: 13 Haziran’dan itibaren 12 gün boyunca İsrail hava kuvvetleri, nükleer tesisler ve Kuzey Tahran’ın burjuva mahallelerindeki rejim yetkilileri de dahil olmak üzere İran’ın askeri altyapısını vurdu. Kısa süren çatışma, ABD’nin birkaç uranyum zenginleştirme tesisini bombalamasıyla sona erdi. Bunu, İran’ın Katar’daki ABD askeri üssüne, bölgedeki en büyük emperyalist üsse, önceden duyurduğu ve ihtiyatlı bir füze saldırısı izledi. Askeri ve sivil nükleer geliştirmeye adanmış tesislere verilen hasarın boyutu bilinmemekle birlikte, diğer tesislere verilen hasar kesinlikle çok büyüktü.
Ancak kısa süren savaş, sadece 10 milyonluk nüfusa sahip (bu nüfusun 2 milyonunu orduda hizmet etmeyen Arap-İsrailliler oluşturuyor) İsrail gibi küçük bir ülkenin, daha uzun süreli ve yoğun bir çatışmayı sürdürmekte ne kadar büyük zorluklar yaşadığını da gösterdi. Birkaç durumda, İran füzeleri sofistike, güçlü ve pahalı önleme sistemini aşarak, Arap nüfusu da dahil olmak üzere hasara ve kayıplara neden oldu. Bu, kapitalizmin kararlılıkla ilerlediği üçüncü emperyalist dünya savaşı bağlamında, İsrail’in yok edilmesinin hiçbir şekilde imkansız olmadığını ve bu ülkenin işçi sınıfının kendi ulusal burjuvazisinin askeri başarılarına güvenmesinin ne kadar aptalca olduğunu vurgulamaktadır. Tek kurtuluş, emperyalist politikayı ve savaşı reddederek, her şeyden önce kendi ülkesinde, komünist devrime giden yolu açan Herkül’ün iki sütunu olan “düşman ülkemizde” ve “dünyanın bütün işçileri, birleşin” sloganları etrafında dayanışma ve uluslararası proleter devrimde yatmaktadır.
İsrail ile İran arasındaki kısa süreli savaş, Ocak ayında Moskova ile Tahran arasında imzalanan stratejik anlaşmanın gerçek değerini de gösterdi. Rusya, İran’ı desteklemek için hiçbir şey yapamadı ve bu da, kaynaklarının çoğunu emen Ukrayna savaşıyla bağlantılı zorlukları doğruladı.
Bu “stratejik işbirliği”nin bir başka testi, 8 Ağustos’ta ABD, Ermenistan ve Azerbaycan arasında imzalanan, İran ve Ermenistan sınırını takip eden, Azerbaycan’ı Nahçıvan mıntıkasına ve oradan da Türkiye’ye bağlayan 43 kilometre uzunluğundaki Zangezur koridoru anlaşmasıydı. Anlaşma, Ermenistan topraklarındaki koridorun fiili egemenliğinin ABD’ye devredilmesini öngörüyor. Böylece İran, Ermenistan’dan ve dolayısıyla Rusya’dan yalıtılmaya devam ediyor ve Rusya yine buna karşı hiçbir şey yapmadı. İran artık Hazar Denizi’nin batısındaki kuzey sınırını sadece Azerbaycan ile paylaşıyor ve İran’ndaki Türkçe konuşan Azerbaycanlı azınlık, Tahran’daki burjuva rejimi için bir baş belası. Bu, İran ve Rus emperyalizminin aleyhine, Türk ve ABD emperyalizmi için bir kazanç daha oldu.
Bu anlaşmadan önce, Temmuz ayında, Mart ayında Aleviler ve Sünniler arasında yaşananların ardından, bu kez Dürzilerin yoğun olarak yaşadığı güneydeki Suwayda vilayetinde Bedeviler ve Dürziler arasında yeni bir etnik şiddet patlak verdi. Bu, yeni Suriye rejiminin kırılganlığını ve farklı etnik grupların burjuva klanları arasındaki çatışmaları önleyemediğini doğruladı. Bunun iki etkisi oldu: Kuzeydoğudaki Kürtler, milislerini yeni Suriye ordusuna entegre etme sürecini yavaşlattı ve İsrail, Dürzileri korumak bahanesiyle, yeni rejime ve Türkiye’ye bir uyarı olarak, başkanlık sarayına çok yakın bir hedef olan Şam’daki Suriye karargahını bombaladı ve güneyde konuşlanmış birlikleriyle Şam’a yaklaştı.
Bu tablonun son unsuru, İsrail’e sürekli füze atan Husi milisleri ile İsrail arasındaki çatışmadır. 24 Eylül Çarşamba günü atılan füzelerden biri, uçaksavar kalkanını aşarak Eilat’ı vurdu ve birkaç sivil yaralandı. Buna karşılık İsrail, Husi milislerinin kontrolündeki Yemen altyapısını ve kurumsal ve siyasi binaları defalarca bombaladı. 30 Ağustos’ta, başbakan, sanayi, dışişleri ve adalet bakanları da dahil olmak üzere 12 bakan ve üst düzey yetkilinin öldüğü bir bombardımanla Husi hükümetinin neredeyse tamamı ortadan kaldırıldı.
Savaş ve Sınıf Mücadelesi
Dünya pazarlarının bölüşümü mücadelesinde emperyalizmin komplolarını ve manevralarını anlamak ne kadar gerekliyse, Marksizm de bu dinamiği tarihsel gelişme, yani sınıflar arası mücadele, siyasi ve sosyal düzlemlerde çerçeveler. Marx ve Engels’in Aralık 1847 tarihli Komünist Manifesto’sunun açılış sözlerinden bu yana, bu mücadele “tarihin motoru” olmuştur.
Tüm kapitalist devletler birbirlerine saldırır. Bu raporda da açıkça belirtildiği gibi, ittifaklar her zaman haydutlar arasında kurulur. “Uluslararası hukuk” bir kurgudur, sadece güçler arasındaki güç dengesinin önemli olduğu gerçeğini örtbas etmek için kullanılır. “Ulusal egemenlik” de bir başka sahtekarlıktır, zira zayıf burjuva devletler, daha güçlü olanların piyonu konumundadır. Bu kurgular, kapitalist ekonomik yapı, kaderinde olduğu gibi krize girmediği sürece geçerliliğini korur. Kriz, ekonomik, siyasi ve askeri rekabeti hızlandırır ve şiddetlendirir, askeri çatışmaya yol açar. Bu çatışma, çoğu zaman vekalet savaşları şeklinde, hiç durmadan devam eder ve bu süreç ilerledikçe, devletler arasında açık savaşa, hatta dünya savaşına kadar varır.
Ancak tüm burjuva devletler ilk olarak içlerinde, ekonomik ve sosyal krizlerle saldırıya uğrarlar. Ücretli sınıf, komünist propaganda tarafından değil, dünya kapitalizminde ilerleyen aşırı üretim krizinin sonucu olarak kötüleşen yaşam koşulları tarafından mücadeleye sürüklenir. Kapitalist devletler için “ulusal egemenlik” ilkesi, güçlülerin zayıfları domine etmesi nedeniyle bir saçmalık ise, tüm ülkelerdeki işçiler için - hem güçlü hem de zayıf ülkeler için - her yerde sadece sermayenin egemen olması ve dikte etmesi nedeniyle bir saçmalıktır.
Hiç durmayan sınıf mücadelesi, ekonomik krizle yeniden alevlenir ve radikalleşir ve kendi içinde - dolaylı olarak - her devlette bu sosyal ve siyasi düzeni tehlikeye atma eğilimindedir. Burjuvazi için bir tehlike; proletarya için ise, işçi sınıfı ile Enternasyonal Komünist Partisi arasındaki bağın güçlendiği yerlerde açıkça ifade edilen ve bilinçli olarak izlenen bir hedeftir.
Burjuvazi, bu iç tehdide karşı üstün bir silaha sahiptir: savaş. Devrime karşı: savaş. Her burjuva devlet için, orduda ve toplumda askeri disipline tabi tutulan, emperyalist savaşın getirdiği asker ve sivil katliamlarıyla parçalanmış proleter kitleleri kontrol etmek, barış zamanında sıradan polis güçleriyle kontrol etmekten daha kolaydır. Bu kitleleri sahte bir dış düşmana yönlendirmek, vatanın sözde ideolojik çıkarını işçi sınıfının çıkarlarıyla değiştirmek için yararlıdır.
Ancak isyan halindeki bir proletarya hiçbir şekilde kontrol edilemez. İtalya’daki işçi sınıfı, Alman işgali ve faşizm altında bile 1943’te kitlesel greve gitti. Toplum kargaşa içindeyken polis güçleri ve baskı işe yaramaz.
İsrail ile İran arasında 12 gün süren kısa savaşta Netanyahu hükümeti, hedeflerinden birinin Ayetullah rejimini devirmek olduğunu açıkladı. Sonuç tam tersi oldu: Dış tehdit, ılımlı muhalefeti rejim etrafında bir araya getirdi ve sesi en yüksek çıkan muhaliflerinin tutuklanmasına olanak sağladı. Böylece İsrail, İran rejiminin istikrarını artırdı. Aynı mekanizma 7 Ekim 2023’te de görüldü: Hamas, Netanyahu ve hükümetindeki diğer cellatlara en hoş hediyeyi verdi. Burjuva rejimler savaş yoluyla birbirlerine yardım ederler: proletaryanın ayaklanmasını önlemek için proletaryanın kanını dökerler.
İsrail’de de İran’a karşı kısmi askeri zafer, 7 Ekim katliamının ardından ilk birkaç ay süren birlikteliğin bozulduğu iç cepheyi sağlamlaştırdı ve Tel Aviv ve diğer şehirlerde her cumartesi giderek büyüyen kutlamalar düzenlendi.
Ancak İsrail hükümeti ve rejimi için yararlı etkisi kısa sürdü. Temmuz ayında Gazze’deki savaşa karşı gösteriler arttı. Katılımcıların çoğu, Hamas ve Filistin İslami Cihat Örgütü (PIJ) tarafından hala tutulan rehinelerin – hayatta olanların ve ölenlerin – iadesini talep ediyordu. Bu iade için bir ateşkes gerekliydi.
Bu hareketin bir azınlığı, Gazze’de devam eden katliamı kınadı. Temmuz ayından bu yana, polis yasağına ve İsrail toplumundaki bir tabuyu çiğneyerek, işkence görmüş Filistinli çocukların fotoğraflarıyla sokaklara döküldüler. Bu gösteriler giderek güçlendi.
Bir de yedek askerler cephesi var. Onlar da giderek artan sayıda (kendi ifadelerine göre %25) Gazze Şeridi veya Batı Şeria’da savaşmak için çağrılmayı reddediyorlar. Görevden dönen yedek askerlerin yaklaşık %40’ı iş yerinde zorluklar ve ekonomik sıkıntılarla karşılaşıyor, çoğu zaman işten çıkarılma ile. 24 aydır süren savaş, İsrail kapitalist ekonomisini etkiliyor ve işçilerin koşullarını kötüleştiriyor. Bu, yeni başlayan bir kriz, ancak bir süredir devam eden bir kriz, çünkü rejimin Histadrut sendikasının boykot ettiği, savaşın maliyetlerini karşılamak için uygulanan ücret kesintilerine karşı öğretmenlerin grevi bunu kanıtlıyor.
İsrail’de, savaş karşıtı hareket, katılım ve niyetleri açısından sınıflar arası ve milliyetçi karakterini koruyor. 17 Ağustos için, hem işçilere hem de şirketlere bir günlüğüne “her şeyi durdurma” çağrısı yapıldı. Histadrut grev ilan etmedi, sadece işverenlerden grevcilere misilleme yapmamalarını istedi. Geçen yıl, 1 Eylül 2024’te grev çağrısı yaptı, ancak birkaç saat sonra işe dönülmesini emreden mahkeme kararına en ufak bir direniş göstermedi.
İşçileri hem savaşa karşı hem de yaşam koşullarını savunmak için greve çağırmayarak, bu iki yönün aynı madalyonun iki yüzü olduğunu açıklamayarak, savaş karşıtı hareket, rejimin Histadrut sendikasının İsrail’deki işçi sınıfı üzerindeki kontrolü gibi hayati bir konuyu ele almakta başarısız oluyor. Sendikalar içinde, işçilerin savunma mücadelesini diğer ülkelerdeki sömürülenlerle dayanışma içinde savaşa karşı mücadeleyle birleştiren güçlü bir fraksiyon oluşana kadar, savaş karşıtı hareket, İsrail’in kapitalist ekonomisini diz çöktürebilecek ve ABD emperyalizminin vasalı olan bu burjuva rejimin emperyalist politikasını engelleyebilecek etkili bir işçi sınıfı mücadelesi düzeyine yükselemeyecektir.
Filistin “Direnişi”
İsrail Devleti, kurulduğu günden bu yana Filistinlilere karşı nefret dolu ve tahammül edilemez bir ayrımcılık rejimi dayatmıştır. Bu rejim, 2018 yılında kendisini “Yahudi devleti” olarak tanımlayan yasa ile resmileştirilmiştir. Arap-Filistinli proletarya, vatandaşlık ve eşit sivil ve siyasi haklara sahip olmasına rağmen —Dürziler ve Bedeviler’in aksine orduda hizmet etme hakkı hariç— İsrail’deki işçi sınıfının en sömürülen kesimidir, yıllardır rejimin Histadrut sendikasından dışlanmaktadır ve bu nedenle hem sınıfsal hem de ırksal olarak çifte baskıya maruz kalmaktadır.
1948’den beri Transjordan Krallığı tarafından, ardından 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından İsrail tarafından işgal edilen Batı Şeria’da durum daha da kötüdür ve sıkı bir askeri işgal rejimi altında açıkça ayrımcılık uygulanmaktadır. Bu şiddetli zulüm, Gazze’de soykırım boyutuna ulaşmıştır.
Ancak bu barbarlık “sıçraması”, Siyonist ideolojinin özelliklerinden dolayı değil, çözülmemiş Filistin milli sorununun, bir asırdan fazla bir süredir son emperyalist aşamasında olan ve şimdi Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru ilerleyen kapitalizmi her yerde benimsemiş bir dünyanın parçası olmasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, emperyalistler, bölgesel ve küresel güçler arasındaki çatışmalar giderek daha şiddetli hale geliyor ve etnik sorunlar, burjuva devletlerin çıkarlarını korumak için giderek daha alaycı bir şekilde kullanılıyor.
On yıllardır Filistin, 1950’ler ve 1960’ların Cezayir’i veya Vietnam’ı gibi, moderniteye ve kapitalizmin rezilliklerine yeni yeni girmeye başlayan bölgelerin bulunduğu bir dünyada geri kalmış toplumlar değildi. İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın bitimini izleyen on yıllarda, bazı milli burjuvaziler hala devrimciydi ve kapitalist ekonomik genişleme ve emperyalist güçler arasında nispeten istikrarlı bir denge olasılığı vardı.
Bugün Gazze ve Batı Şeria, tamamen kapitalist toplumlardır ve burjuvazileri artık gerici, anti-proleter, yozlaşmış ve bölgesel ve küresel burjuvaziye satılmış, bölgedeki yoğun kapitalist ve askeri çıkarlar ağıyla ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir.
Batı’da barış hareketinde hakim olan anlatı, Gazze’de olanların bir savaş değil, sadece bir imha olduğu yönündedir. Ancak imha, etnik temizlik ve soykırımın emperyalist savaşın araçları olduğu da doğrudur. Bu yorumda, bir yandan vahşeti ile özel bir devlet, diğer yandan silahlı ya da silahsız “direnen” “bütün ve birleşik bir halk” vardır. Bu, kapitalizmin üçüncü bir emperyalist dünya savaşına doğru ilerleyişinin bir aşaması değil, benzersiz bir durumdur. Gazze’yi, Gazze toplumunu ve emperyalist güçlerle olan bağlarını domine eden ve domine etmeye devam eden taraflardan neredeyse hiç bahsedilmiyor.
Her zaman olduğu gibi, oportünizm gerçek sosyal hakikatlere bağlı kalmamak için bir gerekçeden diğerine atlayarak, bir yılan balığı gibi kıvrılmaya çalışıyor.
Gazze’de, barış ve savaş zamanlarında her zaman olduğu gibi diğer sosyal sınıflardan daha fazla acı çeken halk, özellikle de proletarya, hayatta kalmak için çaresizce mücadele ediyor. “Direniş” “hayatta kalmak” mıdır? Direnişin destekçileri için elbette hayır! ‘Direniş’, kitlelerin barışçıl veya silahlı bir tür siyasi eylemi olmalıdır. Ancak Gazze’de ne genel olarak “halk” ne de özel olarak proletarya silahlıdır. Hamas, proleter kitlelere silah vermemeye her zaman dikkat etmiştir, çünkü bu kitleler silahları bu gerici ve anti-proleter partiye karşı kullanabilirler.
Aslında, 24 aylık savaşta tek barışçıl kitlesel gösteriler Hamas’a karşı olmuştur – bu yılın Mart ve Nisan ayları arasında “Hamas barra barra!” (“Hamas defol, defol!” anlamında) sloganları atılmıştır – barış, yani teslimiyet için. Gazze’deki proletaryanın “direnişi” Hamas’a karşı olmuştur. Bu, cesur ve sağlıklı bir sınıf yenilgiciliğidir.
Yaklaşık 20.000 Hamas milisi, herhangi bir kapitalist rejimdeki polis gücü gibi, daha iyi maaş alan ve proletaryaya karşı olan ayrı bir yapıdır. Bu son savaştan önceki yıllarda, birkaç kez protestoları bastırmış ve siyasi ve sendikal muhaliflere zulmetmişlerdir. 1 Mayıs’ı yasaklayan Hamas’tır.
İsrail ordusunun ilerlemesi ve zayıflamasıyla, yıllardır onun yönetimini destekleyen veya ona katlanan ve şimdi ortaya çıkabilecek yeni güç dengesi karşısında açıkça ortaya çıkmaya başlayan Gazze Şeridi’ndeki egemen burjuva aileleri arasında silahlı çatışmalar başladı.
Gazze toplumundaki sınıf ayrımının ve burjuvazinin, bugün içinde bulunduğu çaresiz durumda bile proletaryadan nasıl kar elde ettiğinin teyidi, 5 Ekim’de Khan Yunis eyaletinin müftüsü Şeyh Ihsan Ibrahim Aşour’un yaptığı açıklamada yer almaktadır: "Allah aşkına... Sevgili kardeşlerim, yerinden edilmiş bölgelerdeki toprak sahipleri... Ülkeyi yönetenler... Yerinden edilmiş bölgelerdeki bazı açgözlü toprak sahipleri, yerinden edilmiş insanları sömürerek, çadırlarını kurmaları için onlara aşırı fiyatlarla arazi kiralamışlardır. Bu da zaten boş olan ceplerini daha da boşaltmış ve zaten acı çeken ruhlarını daha da eziyet çekmiştir... Bu zor günlerde bu fenomen daha da artmıştır... Onların davranışları, yeryüzünde kaos tohumları eken sömürücü çiftçiler, abartılı tekelci tüccarlar, tefeciler ve haydutlar, suçlular ve dolandırıcıların davranışlarından farklı mıdır?” (https://t.me/hamza20300/381465).
İslam şeyhleri doğal olarak burjuva yetkililere ve zengin ailelerin iyi kalplerine başvurur, ancak elbette proletaryanın öfkesine de ses vermelidir.
Birkaç gün önce, 29 Eylül’de, Tabarin Bedevi klanının bir kısmı, Hamas’ın, Khan Yunis’in hemen kuzeyindeki Kisufim geçişinden Gazze Şeridi’ne giren gıda konvoylarının güvenliğinden sorumlu bir üyesini öldürmesine karşı, yaklaşık 50 silahlı adamla Gazze Şeridi’nin merkezinde bir gösteri düzenledi (https://t.me/hamza20300/379573).
Dolayısıyla Gazze’de, proletaryayı sömüren ve ezen burjuva partilerin ve klanların milisleri silahlıdır ve bunların bazıları, Hamas’ın yıllaarca yaptığı gibi, İsrail ile işbirliği yapmaktan çekinmemektedir.
Gazze’de yabancı işgalciye karşı savaşan birleşik bir halk yoktur, aksine kendi burjuvazisi ve İsrail burjuvazisi tarafından ezilen bir proletarya vardır. Her iki burjuvazi de proletaryanın katliamına ve yok edilmesiyle ilgilenmekte ve buna suç ortağı olmaktadır. Bilindiği gibi, Gazze burjuvazisinin büyük bir kısmı yurtdışında yaşamaktadır ve oradan yerel milislerin ne yapması gerektiğine karar vermektedir.
Batı Şeria’da bile, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasından bu yana Filistin halkının en büyük şehitliğini yaşamasına rağmen, direnişi destekleyen “halk kitleleri”nden hiçbir tepki gelmedi, ne ilk ne de daha küçük çaplı ikinci İntifada’yı anımsatan hiçbir şey olmadı. Hayali “Filistin direnişi”nin Batılı destekçileri, bu son derece önemli tarihsel gerçeği görmezden geliyormuş gibi davranıyorlar. Bu nasıl açıklanabilir? İsrail’in baskısı mı? Elbette, ama 1987 ve 2000’de de son derece şiddetliydi! Fatah ve Hamas arasındaki çatışma mı? Elbette, ama Fatah Batı Şeria’da derin bir itibar kaybına uğramıştır.
Burada belirleyici faktör, Batı Şeria’daki proletaryanın, Gazze’deki gibi, kendilerini savunmak için ulusal kurtuluşa artık güvenmemesidir. Her ne kadar hala ezilen bir ulus olduklarını kabul etseler de, Filistin burjuvazisinin uyguladığı baskının İsrail burjuvazisinin uyguladığı baskıdan daha iyi olmadığını anladıkları içindir bu. Sınıf sorunu artık ulusal sorunu aşmaktadır.
Onlara, İsrail dahil tüm bölgedeki proletarya ile ittifak halinde, her biri öncelikle kendi burjuvazisine karşı, sosyal mücadele, sınıf mücadelesi perspektifini verecek uluslararası bir komünist parti eksik. Filistinlilerin toplumsal kurtuluşu ve ulusal baskının sona ermesi için tek yol budur.
Bu perspektifin dışında, ekonomik kriz ilerledikçe ve üçüncü emperyalist dünya savaşı yaklaştıkça, Filistin proletaryası kapitalizm için giderek daha yararsız bir nüfus fazlalığı haline gelmektedir. Kimse onları istememektedir: 1980’den beri Gazze Şeridi’ni İsrail’den daha fazla kapatan Mısır istememektedir; İsrail ise 7 Ekim’den önce günde en az 15.000 Gazze proleterinin sömürülmek üzere girişine izin vermekteydi. Diğer Arap ülkeleri de onları istemiyor; tarihsel olarak dört nesildir mülteci olarak yaşadıkları Ürdün, Suriye ve Lübnan’da, İsrail vatandaşı olan Arap-Filistinlilerden daha kötü bir şekilde ayrımcılığa maruz kalıyorlar!
Paradoksal olarak, onların durumu giderek 1930’larda ve II. Dünya Savaşı sırasında Orta Avrupa’daki Yahudilerin durumuna benziyor: tüm devletler bunu biliyordu, ancak herkesin işine geliyordu ki, Nasyonal Sosyalist Parti “kirli işi” yapsın ve Yahudilere zulmetsin, çünkü bu, sosyal düzeyde Alman kapitalizmini istikrara kavuşturmak, yani savaşa hazırlık olarak dünya devrimini engellemek için yararlıydı. Tarihin bugüne kadar gördüğü en büyük katliam sona erdiğinde ve Yahudilerin soykırımı tamamlandığında, galip gelen burjuva devletler bu trajediyi spekülasyon konusu yaptılar, kendilerini kurtarıcı olarak sundular ve her şeyden önce, dünya proletaryasının bu soykırımını, her iki tarafın da emperyalist bir savaşı değil, adil bir savaş olarak sundular.
Dolayısıyla Gazze’de olanlar, bir devlete direnen bir halkın yok edilmesi değil, iki kapitalist güç zinciri arasındaki bir savaşta Gazzelilerin yok edilmesidir. Askeri güçlerin ve kurbanların asimetrisi bizi aldatmamalı, korkunç barbarlık gözlerimizi kör etmemelidir. Hamas, bölgedeki tüm güçlerle birlikte aylardır İsrail ile müzakere ediyor. Aylardır savaşın ve bununla birlikte yok etmenin devam etmesi gerektiğine karar veriyorlar.
Şimdi, Katar ve Türkiye gibi Hamas’a destekleriyle tanınan burjuva devletler, ABD emperyalizminin emriyle bir anlaşmaya varmış görünüyor ve Hamas’ı ateşkesi kabul etmeye zorluyorlar.
İran bu anlaşmanın dışında kalıyor ve anlaşmanın kurbanı oluyor. Açıkça
görülüyor ki, ABD, Hamas’ı terk etmek veya hizaya getirmek karşılığında Katar ve
Türkiye’ye Suriye’den başlayarak önemli kazançlar vaat etti. Bunun amacı, yakın
gelecekte İran emperyalizmine yeni bir saldırı düzenlemek ve onu küçültmek, ki
bu da tüm bu burjuva çeteler tarafından memnuniyetle karşılanıyor.
Ukrayna’daki savaş üç yıldan fazla bir süredir devam ediyor ve bu savaşın bir barış anlaşmasıyla sona ermeyeceği, daha geniş ve daha ölümcül bir çatışmaya dönüşeceği giderek daha açık hale geliyor.
Son aylarda Rusya, büyük miktarda asker, silah ve mühimmat kullanarak ve büyük mali harcamalar yaparak, ekonomisini ve silahlı kuvvetlerini uzun vadeli bir savaşa uyumlaştırmanın meyvelerini topluyor.
Endüstriyel altyapısı, savaş üretimine oldukça hızlı bir şekilde geçmeyi başardı ve Batılı kaynaklara göre, şu anda savaşı sürdürmek için yeterli silah ve mühimmat üretebiliyor ve hem seferber edilen asker sayısı hem de silah ve mühimmat mevcudiyeti açısından Ukrayna üzerinde güçlü bir üstünlük sağlıyor.
Ancak, Çin veya ABD ölçeğinde bir sanayi gücü olmadığı için, bu harcamalar yalnızca gaz ve petrol ihracatı ile finanse edilebilir. ABD ve Avrupa Birliği’nin uyguladığı yaptırımlar nedeniyle, Rusya geleneksel Avrupa müşterilerinin ithalatını önemli ölçüde azaltmasının ardından, bu ihracatı büyük ölçüde Çin, Hindistan ve Türkiye’ye yönlendirmek zorunda kalmıştır.
Ağustos ayında, Avrupa Birliği Rus hidrokarbonlarının sadece %8’ini satın alırken, Çin ve Hindistan sırasıyla %40 ve %25’ini satın aldı; NATO üyesi Türkiye ise %21’ini ithal etti. Bu zorla yapılan pazar dönüşümü, petrol ve gaz fiyatlarının düşmesine yol açtı. Bu nedenle, Rusya’nın uzun vadede mali sorunlar yaşama ihtimali bulunmaktadır.
Rusya’nın bir diğer gelir kaynağı olan silah ihracatı konusunda, SIPRI’nin 2024 yılına ait son raporunda önemli bir düşüş (-%64) kaydedildi. Bununla birlikte, Moskova, küresel ihracatın %7,8’iyle üçüncü sırada yer almaya devam ederken, Fransa (%9,6) onu geride bıraktı ve dünyanın önde gelen ihracatçısı ABD (%43) olmaya devam etti. Ukrayna cephesi için silah talebi ve uluslararası yaptırımlar, Rusya’nın silah sistemlerini satmasını zorlaştırmaktadır. Ancak ileriye bakıldığında, savaşta test edilen silah türlerinin üretimi ve sektörün artan üretim kapasitesi bu eğilimi tersine çevirebilir.
Son Zapad 2025 tatbikatları sırasında, Başkan Putin, Rusya’nın Ukrayna cephesinde 700.000’den fazla asker seferber ettiğini belirtti.
İç istikrar, her iki tarafta da çok yüksek olan insan kayıpları nedeniyle tehdit altındadır. Her iki devlet de kesin rakamları gizlemektedir, ancak en az 120.000 Rus askerinin öldüğü ve en az üç katı kadarının yaralandığı tahmin edilmektedir. Rus hükümeti, ordunun saflarını çoğunlukla bu geniş ülkenin ekonomik olarak en yoksul bölgelerinden gelen gönüllülerle doldurmakta, onlara iyi ekonomik koşullar vaat etmekte ve askere alınanları cepheye göndermekten kaçınmaktadır. Savaş Araştırmaları Enstitüsü (Ukrayna davasına açıkça destek veren), 2025’in başından 15 Eylül’e kadar yaklaşık 292.000 gönüllünün askere alındığını, haftada ortalama 7.900 askerin askere alındığını açıkladı. Bu rakamlar, NATO kaynaklarının sağladığı verilerle uyumludur.
Öte yandan, bahar döneminde askere alınan 160.000 asker cepheye gönderilmiyor. Bu durum, şimdilik bir savaş karşıtı hareketin oluşmasını engelliyor. Nüfusun çoğunluğu hükümeti destekliyor, bunun nedeni kısmen Avrupa devletleri ve NATO’nun “histerik” tavırlarıdır. Rejim, bu tavırları propagandası için kullanıyor: geleneksel ve ortodoks “Kutsal Ana Rusya”, yozlaşmış ve inançsız Batı tarafından saldırıya uğruyor ve Batı, 1941’de olduğu gibi yeniden silahlanıyor.
Avrupa devletleri tarafından kesilen Rusya’nın diplomatik ilişkileri, çok daha güçlü bir ekonomik müttefik olan Çin ile güçlendirilmek zorunda kaldı. Amerika Birleşik Devletleri ile “normal” diplomatik ilişkiler sürdürülürken, Hindistan ve BRICS ülkeleriyle, ayrıca birçok Afrika ülkesiyle, özellikle de Sahra altı Afrika ile işbirliği de güçleniyor gibi görünüyor.
Bildiğimiz kadarıyla, Rus proletaryası henüz savaşın sonuçlarından çok fazla etkilenmiş görünmüyor. Silah fabrikaları üç vardiya çalışarak istihdam oranı artmış ve ücretler de yükselmiş görünüyor. Ancak, muhtemelen yaptırımların da etkisiyle temel ihtiyaçların fiyatlarında belirgin bir artış olmuştur.
Bu durumda, Rus hükümeti hedeflerine ulaşmadan ateşkes yapmaya acele etmiyor: henüz tamamen işgal etmemiş olsa da, kararnameyle Rusya’ya ilhak edilen dört eyaletin ele geçirilmesi ve NATO’ya üye olmayan ve silahsızlandırılmış bir Ukrayna.
Moskova, Kiev’de hükümet değişikliği ile Ukrayna ordusunun çökmesini beklerken, zaman onun lehine işliyor. Cephenin diğer tarafındaki durum daha karmaşık. Bu savaş, Rusya’nın sınırlarında “havlayan” ABD ve NATO tarafından kışkırtıldı, bunu bir süre önce Papa Francis de renkli ama net bir şekilde kabul etti. Ancak bu savaş, Batı ülkeleri, özellikle de ABD tarafından silahlandırılan, eğitilen ve tedarik edilen Ukrayna birlikleri tarafından yürütülüyor.
2014’ten bu yana yıllarca Ukrayna silahlı kuvvetlerinin güçlendirilmesine katkıda bulunan Washington, Rusya’nın işgalinden bu yana Kiev’e nakit ve silah yardımının çoğunu sağladı ve Kırım da dahil olmak üzere Rusya’nın işgal ettiği tüm toprakları geri almak için bir karşı saldırı yapılmasını teşvik etti.
Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ile Avrupa devletlerini birbirine düşürmek olan ana stratejik hedefine ulaştığına göre, şimdi onların birbirleriyle savaşmasına izin vermek istiyor. Böylece (önceki iki dünya savaşında olduğu gibi) askeri tedarikten kar elde edebilecek ve çabalarını gerçek küresel rakibi olan Çin’le yüzleşmeye odaklayabilecek.
Avrupa devletlerinin Rusya ile mali ve ticari bağlarını koparmak olan ilk hedefine ulaşan ABD, her iki tarafın ekonomisine de zarar verdi ve Avrupalıları zorla Atlantik diplomatik ve askeri disiplinine geri döndürdü. Avrupa devletleri bunun siyasi ve sosyal sonuçlarını ödüyor. Rusya ile ticari ilişkilerin kopması, Almanya ve diğer ülkelerdeki sanayi krizini daha da şiddetlendirdi.
Şimdiye kadar cezasız kalan Nord Stream 1 ve 2 gaz boru hatlarına yönelik saldırı, ABD’nin ilham verdiği ve NATO ülkeleri, muhtemelen İngiltere ve Polonya’nın desteğiyle Ukrayna komando birimi tarafından gerçekleştirildi. Bu saldırı, Almanya’nın ABD’ye boyun eğdiğini açıkça gösterirken, Alman ekonomisi resesyona girdi. Kısa bir süre önce Polonya Başbakanı Tusk, X’te şöyle yazdı: “Nord Stream 2’nin sorunu patlatılmış olması değil, inşa edilmiş olmasıdır.” Böylece ABD ile dayanışmasını ve Almanya’ya karşı olduğunu yineledi.
Ukrayna ordusunu kullanarak Moskova’yı açık savaşa iterek zayıflatma girişimi başarısız olmuş gibi görünüyor, çünkü Rus ordusu, birkaç aylık geri çekilme ve gerekli ayarlamalardan sonra, Ukrayna’nın karşı saldırısını durdurmayı ve saldırıya geçmeyi başardı: şu anda tüm cephe hattı boyunca baskı uyguluyor ve Moskova’nın silahlı kuvvetleri bu savaş yıllarında daha da güçlendi.
Öte yandan Ukrayna, hem cephe gerisinde hem de cephede son nefesini vermek üzere. Ukrayna’nın kayıpları, 40 milyonluk nüfusu (bunun 7-8 milyonu yurt dışına kaçmış) ile Rusya’nın 140 milyonluk nüfusuna kıyasla, mutlak sayılarla neredeyse kesin olarak daha yüksek. Rusların amansız baskısı altında, askerler şimdi büyük sayılarla firar ederken, yeni kuvvetlerin askere alınması giderek zorlaşıyor.
Kiev’in mali durumu da vahim. Ukrayna Parlamentosu bütçe komitesi başkanı, “Ukrayna, GSYİH’sının %31’ini savunmaya harcıyor, bu oran dünyadaki en yüksek oran” dedi; “savaşın bir günü Ukrayna’ya şu anda 172 milyon dolara mal oluyor” dedi. Bir yıl önce bu rakam 140 milyon dolardı. Eylül ortasında, savunma bakanı Ukrayna’nın 2026 yılında savunmasını finanse etmek için 100 milyar avrodan fazla paraya ihtiyaç duyacağını açıkladı.
Amerika Birleşik Devletleri bu durumu fark etti ve Başkan Trump’ın dalgalı açıklamalarının ötesinde, elbette Ukrayna’nın zararına, aylardır Moskova ile bir uzlaşma arayışında. Ukrayna’ya mali yardımı sonlandırmaya ve her şeyi Avrupa ülkelerine yüklemeye kararlılar. ABD diplomasisi ilk başta Donbass ve Kremlin’in ilhak ettiği diğer toprakların Rusya’ya geçeceğini kabul etmiş gibi göründü, ardından Başkan Trump olasılığı düşük “geri fetihlerden” bahsetti. Bunun arkasında elbette Ukrayna’nın büyük zenginliklerini yağmalama mücadelesi yatıyor.
Ancak bedelini ödeyecek olan Ukrayna hükümeti olacak, çünkü Donetsk’i teslim etmek, on bir yıl süren ve yüz binlerce kişinin ölümüne yol açan katliamın boşuna olduğunu kabul etmek anlamına gelecektir. Bu sadece itibarını yitirmiş Ukrayna hükümetinin ve Zelensky’nin kaderini değil, Ukrayna’nın sosyal istikrarını da ilgilendiriyor. Proleterlerin bu kadar çok gereksiz fedakarlığa duyduğu öfke isyana dönüşebilir ve devletin çöküşünün yolunu açabilir. Proleterler, ulusal bütünlüğü savunmaktan hiçbir zaman kazançları olmadığını, kendi ülkelerinin yenilgisinden ise her şeyi kaybedeceklerini anlayacaklardır.
Ağustos ortasında Alaska’da düzenlenen ABD-Rusya zirvesi, Moskova ile doğrudan çatışmaya girmekle ilgilenmeyen Washington’un tutumunu teyit etti. Dünyanın iki büyük nükleer gücü, Orta Doğu’dan Arktik kaynaklarının sömürülmesine kadar çeşitli önemli cephelerde karşılıklı anlaşma yoluyla ilerlemeye devam ediyor. Avrupalıları bu sürecin dışında tutarak, Ukrayna’nın dostane bir şekilde bölünmesi konusunda anlaşacaklar.
Savaşa milyarlarca euro yatırım yapan Avrupa burjuvazisi, şimdi de büyük yeniden inşa işinden dışlanacak. Bu, “Ukrayna’nın kutsal toprak bütünlüğünü” ihlal eden herhangi bir barış anlaşmasına karşı uzlaşmaz tavırlarını açıklıyor. Bu nedenle, Ukrayna proletaryası, Rus proletaryası ve hatta bu savaşın bedelini de ödeyecek olan Avrupa proletaryası pahasına, yüzbinlerce kişinin ölümüne, yaralanmasına ve sakat kalmasına ve diğer büyük yıkımlara neden olan savaşın devam etmesini zorluyorlar.
Bu nedenle, Avrupa’nın önde gelen liderleri ve sözde “istekli olanlar” tarafından temsil edilen, partiler üstü savaş yanlısı kesim büyük bir heyecan içindedir: her gün Moskova’nın bir provokasyonunu keşfediyor, muhtemel yakın işgallerden korkuyor, Rusya’ya karşı daha fazla yaptırım uygulanması için baskı yapıyor, askeri harcamaların GSYİH’nin %5’ine çıkarılmasını öneriyor, görkemli ve gerçekçi olmayan bir yeniden silahlanma planı başlatıyor ve herhangi bir anlaşmayı engellemek için ateşi körüklüyor, hatta Ukrayna topraklarına asker gönderilmesinden bahsediyor.
Polonya’dan sonra son alarm, ABD’den ücretsiz askeri yardım ve askeri desteği kaybetmekten korkan küçük Baltık devletleri tarafından verildi. Bu devletler, Rus uçakları, insansız hava araçları vb. tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen saldırılar hakkında alarmizm yayıyorlar.
Ukrayna, Rusya, Filistin ve tüm Ortadoğu proletaryasıyla enternasyonalist
dayanışma, kendi ülkesindeki mücadeleyle başlar ve yaşam ve çalışma koşullarını
kararlılıkla savunmak, silahlanma yarışını ve bunun gerektirdiği fedakarlıkları
reddetmek, militarist ve vatansever propagandayı reddetmek ve devletler arası
savaş hazırlıklarına sınıflar arası savaş hazırlıklarıyla karşı çıkmaktan
ibarettir.
Sermayenin ölümsüzlüğü yanılsamasının dikişleri, çökmekte olan ekonomik temelleri arasında dünya proletaryasını sürekli boyun eğdirmeye çalışırken, sökülmeye başladı. 15 ve 16 Ekim tarihlerinde iki gün boyunca, bankalar Federal Rezerv’in kısa vadeli kredi tesisinden 15 milyar dolar borç aldı. Bu, Covid-19 pandemisinden bu yana alınan en büyük borç miktarıdır. Büyük finans kurumlarının bu özel rezerv fonlarına benzer bir hücum, 2020 ekonomik krizinin habercisiydi ve bu kriz, ABD burjuvazisini CARES yasası kapsamında geniş bir niceliksel genişleme programı uygulamaya zorladı. Bu program kapsamında, zorunlu karantina ve ekonomik koşulların kışkırttığı sivil ayaklanmaların 2020 George Floyd ayaklanmalarına dönüşmesi üzerine, tüketici talebini korumak için milyonlarca işsiz işçiye 2,2 trilyon dolarlık devlet çeki dağıtıldı.
Bu son olaylar, iki büyük finans kurumu olan First Brands Group ve Tricolor Holdings’in iflasıyla birlikte gerçekleşti. Bu kurumlar, bu yıl iflas eden ikinci büyük finans kurumlarıdır ve Ekim ayında kripto piyasasında yaşanan büyük düşüşle birlikte meydana gelmiştir.
Bu arada, burjuvazinin yüksek ücretli imalat işlerini ABD’ye geri getireceğine dair vaatlerine rağmen, aşırı üretim krizi yoğunlaşırken işsizlik artmaktadır. İşçiler, otomasyon ve milyonları düşük ücretli işlere zorlayan büyük çaplı hükümet harcama kesintileri şeklindeki kemer sıkma politikaları nedeniyle artan maddi yoksullaşma ve daha yüksek sömürü oranlarıyla karşı karşıya. Ekim ayında, üretim artmasına rağmen, ABD endüstrisi, yapay zeka, tarım ve çelik dahil çoğu sektörde talebin durgunlaşması veya düşmesi nedeniyle on yıllardır görülen en büyük stok birikimini yaşadı ve ülke çapındaki depolarda satılmamış mallar yığıldı. Bu arada, Amerikan İlerleme Merkezi’nin (CAP) yeni analizine göre, ABD’nin üretim kapasitesindeki göreceli büyüme yeni işler yaratmadı; imalat sektöründeki işverenler Ağustos ayında 12.000 fabrika işini, Nisan ayından bu yana ise toplam 42.000 pozisyonu ortadan kaldırdı.
Federal Rezerv, giderek daha hızlı ortaya çıkan krizlere yanıt vermek için çelişkili önlemler almak zorunda kalırken, patlayan ulusal borç her olayda durumu kurtarmak için alabileceği önlemlerin alanını daraltıyor ve ekonomik bir felaketin işaretleri beliriyor. Bu nedenle, ABD kapitalist sınıfı, kâr oranlarını istikrara kavuşturmak ve derinleşen yoksullaşma ile karşı karşıya kalan ABD işçi sınıfının itaatini sağlamak için Venezuela’da savaş çıkarmakla tehdit ediyor. Bugün, ABD işçi sınıfı, yeniden canlanan kızıl tehlike, savunmasız göçmen işçilere yönelik saldırılar, yerleşik sendikalara yönelik saldırılar ve en düşük ücretli işçileri ayakta tutmak için gerekli hizmetleri ortadan kaldıran sıkı bir kemer sıkma rejiminin dayatılmasıyla disiplin altına alınmaktadır. Şimdi, işçi sınıfına yönelik bu tam ölçekli saldırıya, bir sonraki ekonomik çöküş ve savaşın patlak vermesini öngörerek, olası proleter ayaklanmaları önceden engellemek için ülke çapındaki şehirlere askeri güçlerin konuşlandırılması eşlik ediyor.
Kapitalistlerin emperyalist çatışmaya olan çaresizliğini tam anlamıyla gösteren ABD, Karayipler’e önemli bir askeri varlık konuşlandırdı. Bu varlık, amfibi hazır gruplardan 4.500’den fazla deniz piyadesi ve denizcinin görevlendirilmesi, savaş gemileri, çok sayıda uçak ve bir nükleer hızlı saldırı denizaltısının yanı sıra, CIA’nın gizli operasyonlar için sahaya konuşlandırılmasını da içeriyor. Bu güç birikimi, ABD’nin ülkenin petrol ve kritik mineral kaynakları üzerinde daha fazla kontrol elde etmek için “uyuşturucu terörizmi” ile mücadele bahanesiyle Venezuela’yı hedef almaktadır. Bu arada burjuvazi, bu yenilenen “uyuşturucu savaşı”nın alanını Amerikan şehirlerine genişleterek, sözde “iç düşman”la mücadele etmek için binlerce maskeli federal ajanı serbest bırakıyor; ancak her iki cephede de burjuvazinin gerçek düşmanı uluslararası proleteridir.
İşçi kitleleri, uzaya lüks roketlerle seyahatler, süper yatlar ve şimdi de Washington D.C.’de büyük balo salonları ve zafer anıtları inşa ederek servetlerini sergileyen, giderek daha çökmüş bir burjuvazi karşısında daha da sefalete sürüklenirken, bu arada, milyonlarca insan maaş ve gıda yardımı alamadan hükümetin kapanmasıyla karşı karşıya kalırken, burjuvazi, CEO’ların ve kapitalist politikacıların bir dizi suikastının ortasında, (Cumhuriyetçi yönetimin retoriğinde Demokrat Parti’nin tamamını kapsayan) sözde antifaşistleri terörist olarak etiketlemeye başladı. Ancak yeni yasalar, sermayenin saldırısına karşı örgütlenen proleterleri hedef alarak saldırmak gibi eski işleri yapmak için kullanılacak.
İşçiler, militan işçi sınıfı proleter savunma örgütlerini, sınıf sendikalarını yeniden inşa etmek ve işçi sınıfının kolektif iş eylemlerine katılma ve genel greve doğru ilerleme kapasitelerini geliştirmek gibi zorlu bir işe kendilerini adamalıdırlar. Aynı şekilde, işçiler burjuva siyasi partilerinden kopmalı ve bir asırdan fazla süren karşı devrim ve devrimci Marksizmin oportünist çarpıtmalarına rağmen, sınıflı toplumun ortadan kaldırılması ve sermaye rejiminin sona erdirilmesi için nihai saldırı mücadelesinin hazırlıklarına yönelik işçi sınıfının tarihsel hedeflerini gerçekleştirmek için gerçek programını ilerleten tek parti olan Enternasyonal Komünist Partisi’nin önderliğinde örgütlenmelidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, burjuvazi gerçek ölümcül düşmanını iyi biliyor: Cumhuriyetçi Parti, hem 2025 Projesi’nde hem de Cumhuriyetçi Gündem 47’de siyasi baskı için birincil hedef olarak en çok komünistleri listelemiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşık her 8-10 yılda bir büyük bir ekonomik kriz yaşanır. Bir sonraki ekonomik kriz bu süreden daha erken veya daha geç gelebilir, ancak hızla yaklaşmaktadır ve 2028 önemli bir yıl olacaktır. Ülke çapında birçok büyük sendikanın genel grev için hazırlık yapmaya karar verdiği ve bir sonraki başkanlık seçimlerinin yapılacağı yıl, tüm bunlar büyük bir finansal krizin ve dünya çapında genişleyen emperyalist savaşların ortasında ve son yarım yüzyılda hiç görülmemiş bir şekilde sınıf ayrımlarının daha da derinleştiği bir Amerikan toplumunda gerçekleşecek. ABD kapitalist sınıfı, sözde “Yeni Düzen” ve “Büyük Toplum” dönemlerinde kurulan ve ABD proletaryasının yozlaşması ve uluslararası sınıfından ziyade kendi ulusuna bağlı olan
ABD işçi aristokrasisinin gelişmesi için kritik öneme sahip birçok önemli
karşı-devrimci sosyal yardım programını ortadan kaldırırken, toplumsal
çelişkiler yoğunlaşmaya devam ederek sınıf karşıtlıklarının barut fıçısı haline
gelecek ve bu da önümüzdeki zorlu yıllarda militan işçi sınıfı hareketinin
olgunlaşmasına ve yayılmasına yol açacaktır. ABD ile Venezuela arasındaki
emperyalist çatışma ve Çin’e karşı gelecekteki savaş, çürüyen kapitalist sistemi
korumak için yürütülecektir. Gelecekteki çatışmalarda, milyonlarca proleter,
yurt içinde acımasız baskı kampanyaları sürerken, ulusal burjuvazileri için
kendilerini feda etmeleri istenecektir. İşçiler, zalim efendileri için bu
savaşları desteklemeyi ve savaşmayı reddetmelidir. İşçiler, katliamı durdurma
gücüne sahiptir, ancak burjuva milliyetçiliği ve militarizminin vatanseverlik
çağrılarına karşı çıkmak için proleter yenilgicilik sloganlarını benimseyerek
örgütlenmelidir.
23 Eylül 2025 tarihinde Moldovalı işçi Nicolai Palamarciuc, İstanbul’un Başakşehir ilçesinde çalıştığı Cihan Deri isimli işyerinde, patronun akrabaları tarafından elleri ve ayakları bağlanıp işkence edilerek katledildi.
Cihan Deri, dericilik, savunma ve havacılık sanayisi üretimlerinde yer alan bir şirket. Sermayedar olarak sadece işçinin kanı ile değil, aynı zamanda savaştan elde ettiği karla da servetini büyüten Cihan Deri, Türkiye’de göçmen emeği emek sömürüsü ve savaş sermayesinin gerçeklerini gözler önüne seriyor. Palamurciuc’un katlediliş biçiminden Cihan Deri’nin kriminal işlere de bulaştığı ve bunları örtbas etmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Türkiye’de göçmen olmak, zaten vatandaşların aldığı yetersiz asgari ücretin de altında ücrete tabii olmak, sigortaya erişememek, iş güvenliğinin olmaması ve kendi yaşamının bütün kıstaslarının patronun elinde olması demektir. Palarmarciuc bu sistemin tek kurbanı değil, Zonguldak’ta iş cinayetinde öldürülen ve ardından cesedi yakılmaya çalışan Afgan işçi Vezir Mohammed Nourtani, ve Kocaeli’de öldürülen Suriyeli işçi Muhammed Basir Türkiye’de kapitalist çarkları altında ezilen işçilerden bazıları.
Nicolai Palamarcıuc’un cinayeti sonrası, olayı takip eden
Göçmen Sendikası Girişimi yaptıkları basın açıklamasında, göçmen işçilerin
koşulları ve cinayetin aydınlatılması için taleplerini dile getirdiler:
1- Nicolai Palamarciuc cinayetinin tüm sorumluları derhal tutuklanmalı ve
cezalandırılmalı,
2- Göçmen işçilerin güvencesiz ve kayıtsız çalıştırılmasına son verilmeli,
3- İş cinayetleri ve şiddet karşısında cezasızlık politikaları bitirilmeli,
4- İşçi sağlığı ve güvenliği önlemleri acilen uygulanmalı,
5- Göçmen işçilere yönelik sınır dışı tehdidi ve keyfi uygulamalar sona
erdirilmeli.
Türkiye’de patronların rejimi ve sömürüsünden kurtulmanın yolu, dil, din, ırk ve
millet fark etmeksizin yürütülecek ortak sınıf mücadelesidir. Dünyanın her
yerinde ucuz emek kaynağı olarak görünen göçmenler, bulundukları sektörlerde
patronlar tarafından ücretleri düşük tutmak ve örgütlü sendikalı işçi
mücadelesine karşı silah olarak kullanılıyorlar. Bu sebepten her ülkede
emekçilerin, göçmen veya değil, eşit işe eşit ücret talebi etrafında
örgütlenerek, ucuz emek sömürüsüne karşı ortak bir çatı etrafında,
sermayedarlara karşı mücadelesini inşa etmesi gerekmektedir. Bu mücadele önce
işyerinde ekonomik baskıya ve daha sonra ise sermayenin küresel politika
baskısına karşı bir dayanışma ve direnme aracına dönüşecektir. İşte bu
mücadelenin gerçekleşmesi, işçi sınıfının tek siyasi partisi olan Enternasyonal
Komünist Partisi liderliğinde, hem yerli hem göçmen işçileri kapsayan sınıf
sendikalarının örgütlenmesi ile mümkündür.
Derinleşen ekonomik krizin burjuvaziyi de incitmeye başlaması ve sınıf mücadelelerinin geçtiğimiz birkaç yılda eskiye nazaran daha fazla kazanım sağlaması üzerine burjuva sınıfı giderek sınıf mücadelelerine daha sert yaklaşmaya başladı. Fakat işçi sınıfı bütün bunlara rağmen mücadele ateşini koruyarak kavgaya devam etmekte.
Eski Mücadelelerde Yeni Gelişmeler
Petrol-İş sendikasında (Türk-İş) örgütlü olan Gübertaş’ta 3 aya yakın bir süre devam eden 240 işçinin katıldığı grev sonrasında 19 Eylül’de müzakerelere başlanmıştı. Fakat patron adeta alay eder gibi işçilerin yüzde 95’lik teklifine karşı başlangıçtaki teklifini sadece 3 puan arttırarak yüzde 33’lük bir zam teklifi öne sürdüğünden dolayı müzakereler sonuçsuz kaldı. Şunu belirtmemiz gerekir ki Eylül ayında tüketici fiyat endeksi daha bir önceki aya oranla yüzde 3 artmıştı, yani öne sürdükleri 3 puanlık artış sadece geçen ay sahip oldukları alım gücünü koruyabilmelerini sağlamaktaydı. Elbette işçiler patronun bu teklifine karşı grevlerini sürdürme kararı aldılar. Her ne kadar sonraki günlerde patron, bütün o burjuva cömertliğiyle, yüzde 38’lik bir zam teklifi öne sürse de işçiler insani bir yaşam diledikleri için tekrar bu teklifi de reddetti.
Harb-İş (Türk-İş) Eylül ayında yeni bir toplu sözleşmeye imza attı fakat kazanımları arasında en önemlisi olan ücret artışları ne yazık ki KÇP’de (Kamu Çerçeve Anlaşma Protokolü) belirtilen rakamların önüne geçemedi. Bir önceki sayımızda KÇP’de verilen sayıların ne kadar yetersiz kaldığından ve Harb-İş üyesi işçilerin çalıştıkları alandan ötürü burjuvanın baskısını en ağır hisseden kesimlerden biri olduğundan bahsetmiştik.
13 Mayıs 2025 tarihinde 2 bin 300 işçinin katıldığı grev sürecine başlayan Petrol-İş tabanında örgütlü TPI Compozit işçilerinin mücadelesi yakın zamanda gerçekleşen gelişmeler sonucunda bir belirsizlik içersinde. Bir önceki sayımızda kısaca bahsettiğimiz gibi Amerikalı şirket, grev devam ederken iflas başvurusunda bulunmuştu. Elbette ki bu iflas kararı mahkeme tarafından onaylandı ve şirket Dubai Merkezli XCS adlı bir şirkete devredildi. Bununla beraber TPI Compozit’in grev süreci devam ederken işten çıkarmalar yapması üzerine Petrol-İş dava açılması gerektiğini bildirdi. Fakat bu dava açma sürecinin sendika tarafından yürütülmeyeceğini, işçilerin bireysel dava açması gerektiğini ifade etti. İşçiler de bu duruma muazzam iki soruyla cevap verdi: "Biz sendikaya ne için aidat ödedik?" ve "Siz sendika olarak bu sürecin neresindesiniz?" TPI işçilerinin şimdilik izlediği rota mücadelenin kamuoyundan destek alacak şekilde büyütülmesi.
Şavşat’ta yerel seçimlerden sonra eski yönetim tarafından alınan 30 işçinin sözleşmesi yenilenmedi. İşe geri alınmayan işçiler belediyeye dava açtı. Davalardan birinde davacının iadesi hükmedilmesine rağmen işçi geri alınmadı. Bunun üzerine işçiler direnişe başlayıp, ilçede, “Belediye emekçileri dayanışma ve eylem çadırı” kurdu. İşçilerin direnişi birkaç aydır devam ediyor.
Yeni Mücadeleler
Birleşik Metal-İş sendikasında (DİSK) örgütlü 57 Omsa Metal işçisi toplu iş sözleşmesi görüşmesi sırasında tazminatsız işten atılınca direnişe başladı. 69 gün boyunca kapı önü direnişi yapan işçiler, 69’uncu günde direnişlerini fabrika içine taşıyıp, fabrikadan çıkmama eylemi başlattı. Aynı gün işverenler ve sendika yöneticileri arasındaki görüşmeler sonucu kovulan işçilere verilmeyen tazminatlarının ve ilave bir tazminatın verilmesi kararı verildi.
Birleşik Metal-İş’te örgütlü Mert Akışkan Güç Fabrikasında çalışan 80 civarı işçi toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde sonuç bulamayınca grev kararı aldı. Sendikanın %40 maaş artışı isteğini kabul etmeyen patronlara 26 Eylül’e kadar süre tanındı. 26 Eylül’de grev başlamadan önce patronlarla anlaşma yapılıp toplu iş sözleşmesi imzalandı.
Kayseri’de, Öz İplik-İş’te (Hak-İş) örgütlü 2 bin civarı Yataş işçisi mücadeleye geçti. Ağustos ayında önce kanepe bölümünde çalışan işçilerle başlayan iş bırakma eylemi bütün bölümlere yayıldı. En az %40 zam isteyen işçiler istekleri yerine gelmezse grev yapma kararı aldı. Sendikayla görüşmeler sonucu %22 zamma karar verildi. Önceden işçilerin yanında olduğunu ve işçilerin sendika değiştirmeyi düşünebileceğini söyleyen Yataş yönemi, DİSK’e geçen 14 işçiyi işten çıkardı. DİSK Tekstil Sendikası işten atılan 14 işçiyle birlikte fabrika önüne yürüyüş yaptı. İşten atılan işçilerin mücadelesi devam ederken Öz İpliş-İş’in bildirgesinde işçilerle dalga geçer gibi "Dini Bayramlarda Bayram şekeri ve kolonya dağıtılması" gibi maddeler yer aldı.
250 bine yakın mevsimsel tarım işçisinin çalıştığı Çukurova’nın Adana, Mersin ve Hatay illerinde yakıcı güneş altında günde 8-10 saat çalışan on binlerce tarım işçisi 900 liralık yevmiyelerine isyan etti. Güvencesiz İşçiler Derneği 30-40 gün boyunca işveren temsilcileriyle temasa girmeye çalıştı, sonuç alamayınca iş bırakma eylemi kararı verdi. Yaklaşık 9 gün süren grev sonrasında patronlarla anlaşmaya varıldı, işçilere yeni yıla kadar 1200, yeni yıl sonrası 1500 lira ücret verilecek.
Sağlık-İş’te (Türk-İş) örgütlü Ege Üniversitesi Hastanesi işçileri geriye dönük ödemelerin 8 Ekim’e kadar ödenmesi sözü tutulmayınca 5 gün iş bırakma eylemi yaptı. 5. günden sonra üniversite yönetimi ile sendikanın görüşmesi üzerine anlaşma sağlanınca işçiler işe geri döndü. Geriye dönük ödemelerin 15 Kasım’a kadar ödenmesine dair sendika ile üniversite arasında anlaşmaya varıldı. Sendikanın bu kadar geç bir ödemeyi kabul etmesine işçiler tepki gösterdi ancak eylemlere geri dönüş olmadı.
Birleşik Metal-İş’te örgütlü, Güneş paneli üreticisi Smart Solar’da çalışan 260 işçi maaşlarına sadece yüzde 6 oranında zam yapılınca 22 Ekim’de yüzde 50 zam amacıyla greve başladı. Grevleri devam eden işçiler, bir paylaşımlarında "Üretimde rekor istediniz, kırdık. Fazla mesai dediniz, kaldık, Grev yaparsanız fabrika kapanır diye tehdit ettiniz, yılmadık. Eğitim yardımı ödemelerini yapmadınız, umursamadınız. Korkmuyoruz, grev bizim düğünümüz." diyerek kararlılıklarını gösterdi.
Tokat’ta bulunan 1700 işçinin çalıştığı Şık Makas fabrikasında aylardan beri ücretlerin ödenmemesi sonucunda iş bırakma eylemi patlak verdi. Işçiler sadece ücretlerin ödenmemesinden değil, uğradıkları mobbingden, istifaya zorunlu bırakılmalarından, ücretlerin ödendiği takdirde bile parça parça ödendiğinden şikayetçiydi. Sadece Eylül ayında binden fazla işçi ücretlerini alamadığından dolayı işten ayrılmaya mahkum edildi. Fakat iş bırakma eylemi üzerine Tokat Valiliği eyleme yasak koydu. Devlet işçilerin haklı taleplerini ezmenin ötesinde de patron için kasayı seferber etmişti. 20 milyar lirayı aşan teşvikler, patronun vergi ödememe derecesine varmış vergi indirimleri; bütün bu hikayeler illa ki tanıdık gelecektir. Bi de çocuk kandırmaya çalışır gibi Mısır’a yeni fabrika açıp işçilere "küçülmeye gidiyoruz" laflarını döktüler; Mısır’da ödeyecekleri asgari ücretin Türkiye’dekinin neredeyse 4’te biri kadar olduğundan ise bahsetmediler.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi bağlı oldukları sendikanın da Öz-İplik İş olduğunu söylemekle, işçilerin bu koşullara nasıl tabii tutulabildiklerini anlamak hiç de zor olmayacaktır. İşçiler, Öz-İplik İş’in arabulucu olarak rol oynadığı bir süreçte nasıl işçileri tazminatlarını alamayacakları bir anlaşmaya imza atmaya zorladığını, BİRTEK-SEN’de örgütlü olan işçilerin kendilerine bağlanmaları konusunda mobbing uyguladığını, son iki yılda 2 bin işçinin atılmasına rağmen sendikanın hiçbir harekette bulunmadığını sadece zaten asgari ücret alan bir işçi kitlesinin aidatlarının üzerine çökmekten başka hiçbir şey yapmadıklarını anlatıyor. Fakat işçiler Öz-İplik İş’ten alamadıkları desteği BİRTEK-SEN’den almaktadır. 800’ün üzerinde işçi BİRTEK-SEN’e geçmiştir. Şık Makas işçilerinin mücadelesi, mücadeleci BİRTEK-SEN’in Antep-Urfa bölgesinde yerel bir sendika olmaktan öteye geçip ülke genelinde etkili bir sendika haline gelmeye başladığının önemli bir göstergesidir.
Belediye İşçilerinin Mücadeleleri
Genel-İş’te örgütlü yaklaşık 1800 Buca Belediyesi (İzmir) işçisi 3 ay maaşları, 6 ay ise gıda kartı ve toplu sözleşme farklarını alamayınca belediye binası önünde direnişe başladı. Belediye 15 Eylül’de işçileri "15.09.2025 tarihi itibarıyla Buca Belediyesindeki görevlendirmenize son verilmiştir” mesajıyla işten atmakla tehdit etti. Belediye’nin tehditlerine kanmayan Buca işçileri direnişe devam etti ve sonuç olarak sendika görüşmelerinde ödenmeyen iki maaşın ve direniş sırasında ödenmeyen 8 günlük yevmiyenin ödenmesi kararı verildi. 2 Ekim’de ödenmesi taahhüt edilen maaşları ödenmeyince, işçiler tekrardan iş bırakma eylemine çağırdı.
Genel-İş’te örgütlü yaklaşık 2400 Şişli Belediyesi (İstanbul) işçisi yönetim mesai ve ikramiyeleri ödemeyip, haftasonu tatillerini kaldırıp bir de bunun üstüne maaşlarını zamanında yatırmayınca işten kaçınma eylemine başladı. 16 Eylül’de başlayan işten kaçınma eylemlerinden sonuç alamayan işçiler, 14 Ekim’de Cevahir AVM önünde eylem yaptı.
Genel-İş’te örgütlü 2000 civarı işçinin çalıştığı Maltepe Belediyesi’nde (İstanbul) işçiler toplu iş sözleşmesinde imzalanan maddeler uygulanmayınca basın toplantısı düzenledi. İşçilere yönelik mobbing ve baskının arttığını belirten işçiler, “Baskılar artık haksız işten çıkarmalara dönüştü. Bizler yüz kızartıcı suçlara karışanların değil, suçsuz yere işten çıkarılanların kavgasını veriyoruz” dedi. Basın toplantısından sonuç alamayan işçiler, belediye binası önünde eylem yaptı.
Genel-İş’te (DİSK) örgütlü 1800 Karşıyaka Belediyesi işçisi ücret alacaklarını
alamayınca iş bırakma eylemi yaptı. Belediye’den verilen sözler sonrası işe geri
dönen işçiler, Belediye sözünü tutmayınca tekrardan iş bırakma eylemine başladı.
22 Eylül’de başlayan eylemler 3 gün sürdü, 3. günde Belediye ile anlaşma
imzalandı. Eylül ayı maaşının yüzde 70’i 30 Eylül’de, kalan yüzde 30’u 10
Ekim’de yatırılacak. Ekim’in 15’inde alacakları maaş 15-30 Ekim arası tam
yatırılacak. Belediyeye bağlı bir şirket olan Kent AŞ’de çalışan grevci işçiler
için ise Ekim ayında meclis kararıyla sermaye arttırımı yapılıp, ödemeleri ondan
sonra planlanacak.
Burjuvazi, proleter kitlelerin savaş istemediğini çok iyi biliyor ve son haftalarda İtalya’da Gazze’deki soykırıma karşı düzenlenen büyük gösteriler bunu açıkça doğruluyor.
Burjuva rejimler, işçileri kendi hayatlarını feda etme riskini kabul etmeye ikna etmek için tüm çatışmalarını “varoluşsal” olarak tanımlarlar, sanki varlıkları onları ezen sınıf rejiminin varlığına bağlıymış gibi.
Ve aslında bu doğrudur: savaş her burjuvazi için varoluşsal bir mücadeledir. Ancak bu, karşı burjuvazi tarafından yenilgiye uğratılırsa yok olacağı için değildir. Aksine, sadece kârının bir kısmını kaybeder, ancak her zaman işçi sınıfı üzerinde egemen olan ayrıcalıklı bir sınıf olarak kalır. Dünya proletaryasının kendi payına düşen sömürüsünden tam olarak yararlanma ayrıcalığıyla işine devam edecektir. Savaş, her burjuvazi için çok farklı bir nedenden dolayı varoluşsal bir mücadeledir: proleterleri ikna edip cepheye göndererek başka bir ülkenin üniformalı sınıf kardeşlerini katletmelerini sağlayamazsa, proleter devrimi tarafından bastırılacaktır.
Burjuvazi, işçilerin barışa olan cömert arzusunu kendi savaşının amaçları için kullanmayı çabucak öğrendi. Bu nedenle, her ülkede saldırgan olarak değil, saldırının kurbanı olarak görünmeye çalışır. Savaş her zaman barış adına, savaş çığırtkanı düşman tarafından tehlikeye atılan barış adına yapılır. Ve düşman her zaman daha kötü bir rejim, burjuva demokrasisinde bir anomali, bir delilik, bir faşizmdir.
O faşizm, o savaş, o delilik, kapitalizmin doğal seyrinin bir parçasıdır; aslında, kapitalizmin en içteki doğasını ifade ederler. Savaş, kapitalist toplumun ekonomik zayıflıklarında olgunlaşır ve faşizm, burjuva rejimlerinin içeriğidir ve bu rejimler giderek faşizme doğru koşarken bu durum giderek daha belirgin hale gelir.
Rejim, devlet başkanı ve düşmanın olağanüstü çılgın ve kötü ideolojisi, tüm burjuvaziler için uygundur, çünkü çatışmayı meşrulaştırır ve “barışı, demokrasiyi ve vatanı savunmak” için savaşa hazırlık yapar.
Bu kavramlar, oportünizmin hâlâ hüküm sürdüğü bölgelerdeki en popüler İtalyan şarkısında çok iyi ifade edilmektedir: “Bir sabah uyandım ve işgalciyi buldum...” Vatan savunusu ve faşizmden kurtulma, emperyalist bir savaşı adil bir savaş haline getirir ve proletarya bu savaş için savaşabilir, hatta savaşmak ve canını vermek zorundadır.
Devrimci komünizm ile oportünizm arasındaki temel savaş alanı sendika hareketidir.
İtalya’da, aylardır küçük gösterilerle sınırlı kalan Gazze’deki savaşa karşı hareket, Ağustos sonundan bu yana önemli ölçüde büyüdü. Bu ani büyümenin arkasındaki faktörlerden biri, özellikle CUB, SGB ve ADL Cobas ile birlikte 22 Eylül için genel grev çağrısı yapan USB başta olmak üzere taban sendikalarıydı.
Cenova’daki USB üyesi liman işçileri, silah sevkiyatına karşı eylemler düzenlemiş ve ardından Cenova’daki bir pasifist dernek tarafından başlatılan gıda kampanyasına katılmıştı. Toplanan gıdalar, USB üyesi liman işçilerinin ulusal koordinatörünün de yer aldığı yelkenli teknelere yüklenerek İspanya, Tunus ve Yunanistan’dan gelen diğer teknelere katıldı ve “deniz ablukasını kırarak” Gazze’ye yardım götürmeyi amaçladı. Gıda yardımı kampanyası Cenova halkının büyük katılımıyla karşılandı, 30 Ağustos Cumartesi akşamı gemilerin yola çıkmasını uğurlamak için düzenlenen gösteri de öyle.
Yaklaşık 25.000 kişinin katıldığı gösterinin sonunda, bir USB liman işçisi sendikasının ulusal genel grev çağrısı yapma niyetini açıkladı. Grev, 11 Eylül Perşembe akşamı Liman İdaresi Kulübü’nde 600 kişinin katıldığı bir toplantıda kararlaştırıldı ve 22 Eylül Pazartesi günü yapılmasına karar verildi.
Yoldaşlarımız, 30 Ağustos’taki gösteri için özel olarak hazırlanan bir bildiri dağıttılar. Aynı bildiri, 11 Eylül’deki toplantıda ve 17’sindeki başka bir gösteride de dağıtıldı.
Yoldaşlarımızdan biri, Cenova’daki USB konfederal koordinasyon toplantısında 37 delegenin önünde bir konuşma yaptı ve Gazze’deki savaşın kapitalizmde bir anomali, demokrasi ile faşizm arasındaki sonsuz bir mücadele, seküler bir biçimde iyilik ile kötülük arasındaki bir mücadele olarak görülmemesi gerektiğini, bunun kapitalizmin dünya savaşına doğru ilerleyişinin bir aşaması olarak görülmesi gerektiğini savundu. Ardından, bu felaketi durdurmanın yolunun, sınıf temelli sendikal hareketin yeniden doğuşu ve tüm ülkelerdeki işçilerin birliği olduğunu belirtti. İtalya’da, İsrail’deki savaşa karşı hareket, işçi sınıfının mücadelesi şeklinde olmalıdır.
CGIL, USB, CUB, SGB ve ADL tarafından desteklenen grevin başarı şansı yüksek olduğunu fark edince, 22 Eylül’deki grevi zayıflatmak, yani sabote etmek amacıyla, aceleyle bir önceki iş günü olan 19 Eylül Cuma günü için başka bir grev çağrısı yapmaya karar verdi. Bu korkakça eylem geri tepti ve birçok üye ve aktivist CGIL liderliğine öfkelenerek 22’sinde greve katıldı.
Yoldaşlarımız, 30 Ağustos’ta dağıtılan bildiiryle 19’undaki grev gösterilerine ve yeni bir metinle 22’sindeki grev gösterilerine katıldı.
22’sindeki grev, özellikle 70’den fazla şehirde düzenlenen gösterilerin başarısı (Cenova’da 20.000, Roma’da 50.000’den fazla katılımcı) ve bazı kategorilerde katılım düzeyi nedeniyle büyük bir başarıydı: %11,3’lük rakam, son yıllarda CGIL tarafından çağrılan en başarılı grevlerin bile %7’yi geçemediği okullar için çok olumlu; INPS’de (İtalyan sosyal güvenlik kurumu) katılım %47, demiryolu işçileri arasında ise %30 oldu.
Aniden patlak veren bu halk öfkesi hareketinin işçi sınıfının sendikalarına yönlendirilmesi ve gençlerin ve orta sınıfların sendikaların teşvik ettiği girişimlere içgüdüsel olarak katılmaları son derece önemlidir. Grevin taban sendikaları tarafından organize edilmesi de önemlidir.
Ayrıca, gösterilere katılanların büyük çoğunluğunun Filistinli burjuva siyasi örgütlerin etki alanının ve taban sendikalarının liderlerinin mensup olduğu partilerin ötesine geçtiği ve bu sayede partimizin propagandasını yapabildiği de belirtilmelidir.
Bu sendikaları ve gösterileri yönlendiren oportunizmdir. Partinin beklenen ve her zaman iddia ettiği görevi, sendikal hareket içindeki oportunizmle mücadele etmek, işçilerin kendiliğinden, cömert ama naif pasifizmini bir sonraki emperyalist savaşın propagandası için saptırmaya yönelik burjuva manevrasını bozmaktır.
Müdahalelerimizde, bu gösterilerde işçilere devrimci komünizmle tutarlı, net bir mücadele yönü gösteren bildirilerimizde, işçi sınıfının, Komünist Partisi’nin sınıf temelli sendikal örgütler aracılığıyla yönlendirmesi halinde, kapitalizmin bizi sürüklediği Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak vermesini önleyebilecek veya başlaması halinde durdurabilecek tek sosyal güç olduğunu vurguladık.
Oportünizm de benzer bir şeyi savunuyor gibi görünüyor, ancak ifadelerinin belirsizliğinden ve işçi kitlelerinin saflığından yararlanıyor. Gazze’deki soykırıma karşı düzenlenen gösterilerde, oportünist propagandayı kabaca iki gruba ayırabiliriz.
Örgüt liderlerinin çoğunluğu (ancak hareket büyüdükçe göstericiler arasında azınlıkta olanlar), savaşın tek sorumlusu olarak işaret ettikleri ülkelerden daha iyi olduklarını söyledikleri bazı burjuva devletlerin eylemlerine güveniyorlar. Gazze’deki çatışma, Gazzelilerin ezildiği emperyalizmler arasındaki bir çatışmanın sonucu değil, yalnızca ABD ve İsrail’in özel kötülüğünün sonucu olduğunu söylüyorlar. Kültürel bir olgu, hatta daha kötüsü: Amerikalılar, Siyonistler, Yahudiler...
Bu gruplar, işçilerin burjuva “sol” hükümetler için mücadele ettiği devletlerin müdahalesinde kurtuluş ararlar, bu dönüşüm ve sahte muhalefetin, proletaryanın mücadele, saldırı, yani devrim yoluna girmesini engellemek için bir tuzak olduğunu fark etmezler ve bunun yerine “faşizmden demokrasiyi savunmak” için çabalarken kalırlar.
Ağustos sonu ile Ekim başı arasında büyük gösterileri dolduran kitlelerin çoğu, dünyadaki tüm devletlerin ne kadar anti-proleter ve militarist hale geldiğini anlamayacak kadar naif değildir. Yine de, sadece halkın görüşünün gösterilmesi ile sözde demokratik ülkelerin hükümetlerinin politikalarını değiştirip savaşı durdurabileceği yanılsaması devam etmektedir.
Bu, burjuva sol partilerin ve parlamento oyuncağının yalanlarına uymaya yol açar. Tüm burjuva devletlerin, asla istemeyecekleri ve durduramayacakları maddi güçler tarafından emperyalist savaşa sürüklenecekleri ve proletaryayı savaşmaya ve ölmeye ikna etmek için ne gerekiyorsa yapacakları gerçeği konusunda sessiz kalırlar. Bu, Avrupa’nın yeniden silahlanma konusunda kıvrımlar yapan Demokratik Parti gibi bir partide şimdiden görülebilir.
Burjuva pasifizmi savaşı sona erdirmez. “Faşist” İtalyan hükümeti, İspanya ve Türkiye’nin yaptığı gibi, “Filotilla” gemilerinde bulunan İtalyan vatandaşlarını korumak için bir fırkateyn gönderdiğinde, parlamentodaki en sol parti temsilcisi (Alleanza Verdi Sinistra’dan Fratoianni), Dışişleri Bakanı’nı tebrik ettikten sonra şöyle dedi: “Fırkateynimiz ablukayı ihlal etmeli ve yardımın Gazze’ye ulaşmasını sağlamalıdır.” Savaş gemileriyle bir savaş bölgesine girmek, savaşa girmek demektir! Eğer İtalyan burjuvazisi bugün emperyalistler arasındaki çatışmada karşı tarafı, yani İsrail ve ABD’ye karşı tarafı seçseydi ve sözde “Filistin direnişi”, yani Hamas ve onu destekleyen veya desteklemiş olan burjuva devletlerin yanında savaşmak için bir birlik gönderseydi, barışsever kılığına girmiş bu savaş çığırtkanları ilk olarak kasklarını takarlardı, daha doğrusu işçilere taktırırlardı!
Burjuva İtalya’nın taraf değiştirme olasılığı bugün uzak görünebilir, ancak iki dünya savaşında bunu yaptığını hatırlayalım. İtalyan kapitalistler her zaman bir anti-Amerikan partiyi beslemiş, ona alan ve siyasi manevra kabiliyeti sağlamıştır. Burjuva sağın bazı kesimlerinin de bu yönelime sahip olduğu bilinmektedir, çünkü hatırlanacağı üzere, Hitler’in izinden giderek anti-Amerikan savaşı başlatan Mussolini’ydi. İtalyan burjuvazisi ayrıca Filistinli milliyetçi partiler ve Arap dünyasının bazı kesimleriyle, ayrıca İran rejimiyle de her zaman dostluklar kurmuştur. Eski Cumhurbaşkanı Cossiga, Lübnan’daki UNIFIL’in Hizbullah’ın Litani Nehri’nin güneyinde silahlanmasına göz yumduğunu açıklamıştır. İtalyan burjuva rejimi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında, Akdeniz’in güney kıyılarında ve daha uzak bölgelerde emperyalist arka bahçesini geliştirmiştir. 1945’ten bu yana, bu, ABD emperyalizminin dayattığı sınırlar içinde gerçekleşti. Üçüncü dünya savaşı göz önüne alındığında, burjuvazimizin onurlu geleneğine uygun olarak, yeni bir U dönüşü hiç de imkansız değildir.
İşçi hareketinin bu aldatmacalara ve manevralara kanmasını önlemek Komünist Partisi’nin görevidir. Çoğu işçi asla savaş istemeyecektir, ancak sendikalar içinde Enternasyonal Komünist Partisi’nin varlığı ve kökleri olmadan, her türlü önemsiz argümanla çatışmaya katılmayı haklı gösterecek oportünizm tarafından kolayca yönlerini şaşırırlar.
Sadece işçi sınıfı, giderek güçlenen grev hareketiyle emperyalist savaşı önleyebilir veya durdurabilir. Ancak bu, Ekim 1917’nin bize öğrettiği gibi, devrim anlamına gelecektir: Bolşevikler, kapitalizm tarihinde savaşı durduran tek parti olmuşlardır.
Gazze, Tüm Dünya Kapitalizminin Geleceğidir --
Sadece İşçi Sınıfının Mücadelesi Bunu Engelleyebilir
İtalya’da Gazze’deki savaşa karşı hareket sendikalara yönlendirildi. Bu, hareketin güçlenmesinde etkili olan faktörlerden biri oldu ve ilk olarak kısmi ama olumlu bir gelişmeye yol açtı: sınıflar arası bir görüş hareketinden, savaşa karşı işçi sınıfının eylemine. Bu, ulusal genel grev açısından bu yönde atılmış ilk adımdı, ama kararlı bir adımdı.
Savaşa karşı bu sosyal ittifakın önemi iki açıdan önemlidir. Birincisi, işçiler, dünya çapında artan savaş çığırtkanlığına karşı mücadelenin öznesi olarak çağrılmış ve tanımlanmıştır. Elbette, emperyalist savaşı ancak işçi sınıfının uluslararası devrimi durdurabileceğini sadece biz komünistler biliyoruz, işçiler ise bu hedefe ulaşmak için barışçıl bir grevin yeterli olduğuna inanıyor olabilirler. Ancak bu doğru yönde atılmış bir adımdır ve parti nihayet grevdeki işçilere savaşla nasıl mücadele edilebileceğini açıklama fırsatı bulmuştur.
Bu siyasi bir grevdi. Her şey siyasettir, ancak savaş, işçilerin acil, temel, ekonomik ihtiyaçları ve sorunları, kısacası sendikal talepleri ile siyasi talepleri arasındaki en üst düzeyde birleşme ve kaynaşma noktasıdır. Savaş yaklaştıkça bu daha da doğru hale gelmektedir.
Gazze’deki çatışmaya gelince, tüm anti-komünistler bu kadar uzak bir sorunla uğraşmaya gerek olmadığını savunurken, grev, bunun böyle olmadığına ikna olmuş işçi sınıfının enternasyonalist içgüdüsünü sarsmıştır.
Gazze’deki savaşa karşı bu seferberliğin ikinci önemli nedeni, bunun boş bir öncelik iddiasından değil, önemli ve kalıcı bir genel öneme sahip bir dizi sosyal eylem ve tepkinin farkına varılmasıyla tabandan gelen sendikacılık tarafından başlatılmış olmasıdır. Bu da, sadece ve sadece partimizin öngördüğü dinamikleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan sendikal politikayı doğrulamaktadır.
Taban sendikaları, işçilerin öfkesini ve savaşla ilgili endişelerini bir araya getirmiş ve buna yanıt vermeyi başarmıştır.
Öte yandan CGIL, grev eylemine başvurma olasılığını hiç düşünmemişti. Böylece, daha önce hiç görülmemiş bir şey meydana geldi: rejimin en büyük sendikası, taban sendikalarının izinden gitmek zorunda kaldı. İlk olarak, USB, CUB, SGB ve ADL tarafından 22 Eylül Pazartesi günü çağrılan grevi sabote etmeye çalıştı, ancak başarısız oldu. Bu grev, 11 Eylül Perşembe günü Cenova’da, Liman İdaresi Kulübü’nde yaklaşık 600 işçinin katıldığı ve Unione Sindacale di Base web kanalında canlı olarak yayınlanan bir akşam toplantısında duyurulmuştu.
16 Eylül’de CGIL genel grev çağrısı yapmaya karar verdi, ancak bir iş günü önce, 19’unda! Dahası, CGIL, CISL ve UIL’in istediği grev karşıtı yasa (1990 tarihli 146 sayılı yasa) tarafından getirilen bildirim süresine girmediği için, yasadan etkilenen tüm kategoriler bu “ayrı ve rakip” grevden hariç tutuldu! Sonuç olarak, birçok CGIL üyesi ve delegesi, taban sendikalarının teşvik ettiği mücadeleyi açıkça bölüp sabote ettiği için liderliğe öfkelendi ve aynı sayıda kişi 19 Eylül yerine 22 Eylül’de greve katıldı. Öğretmenler greve en çok katılan kategori oldu.
Son yıllarda İtalya’daki sendikal hareket için tarihi öneme sahip bu olay, taban sendikalarının, özellikle USB’nin güçlenmesine ve CGIL’in zayıflamasına yol açacaktır. Bu, henüz işçi olmayan, gösterileri dolduran ve gelecekte sendikalara katılacak gençlere bakıldığında da geçerlidir. Artık, CGIL’den daha mücadeleci bir sendika olduğunu biliyorlar.
Yediği tokat karşısında ve eylemliliği destekleyen tabanına karşı utanç verici davranışını telafi etmek amacıyla CGIL, bu kez USB ve diğer taban sendikalarıyla birlikte ikinci bir genel grev çağrısı yapmaya karar verdi! Bu da, 1980’de ilk taban sendikaları kurulduğundan beri İtalyan sendikal hareketinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydır.
Taban sendika liderlerinin bilinen sekterliği nedeniyle ne yazık ki nadiren de olsa, CGIL’in teşvik ettiği genel grevlere katıldıkları olmuştur. Bunun olumlu bir örneği, geçen yıl 29 Kasım’da çoğu taban sendikanın katıldığı genel grevdi. USB liderliği, bunu yapmayan ve 13 Aralık’ta kendi başına grev çağrısı yapan tek liderlikti.
3 Ekim’de taban sendikaları ve CGIL arasında yapılan ortak grev, gelecekteki sendikal mücadelelerde kullanılabilecek bir emsal oluşturmaktadır. Bu, Gazze’deki soykırım meselesiyle bağlantılı bir istisna haline gelmemelidir.Taban sendikaları içinde, önümüzdeki haftalarda başlayacak olan gelecekteki mücadelelerde bu yolun izlenmesini sağlamak için mücadele etmeliyiz. Kuşkusuz, CGIL üyesi birçok işçi bu yönde devam etmek istemektedir. CGIL liderliğini birleşik eylem alanında sınamak, bu sendika içinde tartışmayı başlatmak, sendikanın yapısını tabanının mücadeleci kesimiyle çatışmaya sokmak ve sendikadaki liderlik pozisyonlarını korumak için sınıf temelli sendikal hareket için hayati önem taşıyan kararları feda etmeye hazır olan azınlık bölgeleri ve fraksiyonların liderlerinin maskesini düşürmek anlamına gelecektir.
Taban sendikalarının mücadelelerinde ve bu sendikalar ile CGIL arasında birlik:
- grevleri güçlendirecektir;
- CGIL’in birkaç saatlik grevler çağrısı yapması muhtemel olan, bölge ve bölgeye
göre bölünmüş taban sendikalarının, daha uzun ve daha birleşik grevlerle yeniden
harekete geçmesine olanak tanıyacak ve CGIL’i bir kez daha kendini yakalamaya
çalışırken bulma riskine maruz bırakacaktır;
- hala CGIL’e bağlı olan işçileri militan sendikacılıkla daha fazla temas
halinde getirecektir;
- 70 yılı aşkın süredir rejim sendikacılığının temel taşı olan CISL ve UIL ile
sendikal birliği sorgulamaya yol açacaktır;
- işçilerin mücadelesi güçlendikçe, CGIL’in bölünmesine ve İtalya’da büyük bir
sınıf temelli sendikanın doğmasına yol açarak, işbirlikçi ve rejim
sendikacılığına ölümcül bir darbe vuracaktır.
Bu nedenle, Gazze’deki savaş ve soykırıma karşı harekete taban sendikalarının
müdahalesinden kaynaklanan, potansiyel olarak önemli sonuçları olan olaylardır.
Bunlar, Enternasyonal Komünist Partisi’nin en az iki temel sendikal politikasını
doğrulamaktadır:
1) İtalya’da, sınıfsal sendika, rejim sendikaları (CGIL, CISL, UIL, UGL) dışında
ve onlara karşı yeniden doğacaktır;
2) Militan sendikacılığın eylem birliği – taban sendikaları ve CGIL içindeki
militan azınlıkları içeren birleşik sınıf temelli sendika cephesinde – ortak
grevlerde, sınıf temelli sendikanın yeniden doğuş sürecini hızlandırmanın en iyi
yoludur.
Yukarıdakilere ek olarak, taban sendikalarının Gazze’deki savaşa karşı harekete
müdahalesinin iki önemli sonucu daha vardır:
1) Sadece 11 gün içinde, azınlık katılımıyla ancak kapitalist ekonomiyi sarsan
ve 70’den fazla şehirde yüz binlerce işçiyi sokağa döken iki genel grev
gerçekleşti: Bu, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana hiç görülmemiş
bir olaydır;
2) 3 Ekim’deki ikinci seferberlik, grev yasağını ihlal ederek gerçekleşti: CGIL
ve USB, “anayasal düzene tehlike” durumlarında istisnalara izin veren bu yasanın
gerici bir maddesine başvurarak, anti-komünist tutumlarını teyit ettiler. Ve
grev, Garanti Komisyonu’nun aleyhteki kararına rağmen devam etti. Komisyon, iki
sendika liderinin açıkça aldatıcı olan yorumunu kabul etmedi. Sendikalara ve
işçilere yaptırımlar uygulanırsa, CGIL ve taban sendikaları ne yapacak? Grevle
mi yanıt verecekler? Bu, rejim sendikacılığı ve işverenler için de tehlikeli bir
emsal ve işçiler için bir ders: Yeterince birleşikseniz, kitlesel bir hareket
karşısında grevi durdurabilecek hiçbir yasa yoktur!
30 Ağustos, 22 Eylül, 3 Ekim ve 4 Ekim Tarihlerinde Düzenlenen Gösterilerde
Dağıttığımız Bildiriklerden Alıntılar
İki yıldır süren savaş, Gazze Şeridi halkının soykırım düzeyine ulaşan katliamına karşı dünya çapında öfke ve kızgınlığın artmasına neden oldu. Giderek daha fazla insan, bu barbarlığa karşı toplu olarak harekete geçme ve kapitalizmin beslediği kayıtsızlık, bireycilik ve boyun eğmenin geri döndürülemez olmadığını gösterme ihtiyacını hissediyor.
İtalya’da, bu yönde çok önemli bir adım, USB liman işçileri öncülüğünde, genel grev çağrısı yaparak geniş bir kamuoyu hareketini işçi sınıfının mücadelesine dönüştüren taban sendikaları tarafından atıldı.
Bu çok önemlidir, çünkü Gazze’deki savaş, kapitalizmde milyonlarca insanın ifade ettiği görüşlerin değil, sadece güç dengesinin önemli olduğunu göstermiştir.
Bu ve diğer çatışmalara son vermeyi umut etmek için kurumlara ve uluslararası hukuka başvurmak yeterli değildir, çünkü başvurduğumuz konular, burjuva devletler, savaşların gerçek kışkırtıcılarıdır: hem doğrudan dahil olduklarında hem de vekaleten hareket ettiklerinde.
Kapitalizm altında savaşlar, şu ya da bu devlet başkanının kötülüğü ya da deliliğinden (Hitler, Saddam, Putin, Trump, Netanyahu) ya da özellikle gerici ideolojilerden (Nazizm, radikal İslam, dini Siyonizm) kaynaklanmaz, her zaman burjuva devletler tarafından korunan devasa kapitalist ekonomik çıkarlardan kaynaklanır.
Kapitalizm, onu bir kanser gibi yiyip bitiren aşırı üretim ekonomik krizinden kurtulmak ve krizin etkileri omuzlarına yüklendiği için yaşam koşulları her gün kötüleşen işçi sınıfını baskı altında tutmak için savaşa ihtiyaç duyar. Bu nedenle çatışmalar çoğalıyor, tüm devletler yeniden silahlanıyor ve üçüncü bir dünya savaşına doğru ilerliyor.
Gazze ve İsrail’de insanlar Siyonizm veya İslamcılık için değil, kapitalizm için ölüyor! İsrail, ABD’nin bir vasal devletidir, tıpkı Hamas’ın Filistinlileri destekliyormuş gibi görünen bölgesel ve küresel güçlerin (İran, Katar, Türkiye ve bunların arkasında Çin) vasal devleti olması gibi. Bu güçler, Filistin ve tüm bölgenin proleterlerini ezip geçen bir çıkar ağında, pazarlar ve bölgesel ve küresel hakimiyet için rekabet etmektedirler. Bu, Orta Doğu’da olduğu gibi tüm dünyada da geçerlidir.
Gazze’deki soykırımın tetiklediği duygular, bunun kapitalizmin bir çarpıtılması değil, savaşa doğru ilerleyişinin bir parçası olan bir barbarlık olduğunu görmemizi engellememelidir. Avrupa’daki devletler bile yeniden silahlanma planlarını başlatmış ve askeri harcamalarını GSYİH’nın %5’ine çıkarmak için iki katından fazla artırma sözü vermişlerdir. Bu da sağlık, eğitim, emeklilik ve ücretlerden kaynakların çekilmesi anlamına gelmektedir. Gazze, işçiler örgütlenip etkili bir şekilde mücadele etmezlerse, dünya çapındaki işçileri bekleyen gelecektir!
Savaş ancak kapitalizmden daha büyük bir güçle durdurulabilir. Bu güce sadece tüm ülkelerdeki işçi sınıfı sahiptir. Savaşa karşı grev bu nedenle sadece bir görüşün ifadesi değil, her şeyden önce işçi sınıfının savaşa karşı somut bir eylemidir. Yeniden silahlanma ve savaş için yeni fedakarlıklar talep edildiğinde, proletarya grevle yanıt verir.
Bugün Gazze’deki soykırıma ve dünya çapında ilerleyen savaş makinesine karşı grev yapmak, sağ ve sol tüm burjuva partilerinin kesmek istediği ücretleri, çalışma koşullarını ve sosyal harcamaları savunmak için mücadele etmek anlamına gelir. Ve işçiler, sömürülen bir toplumsal sınıf olarak kendi çıkarları için mücadele ettiklerinde, bunun farkında olmasalar bile, savaşa karşı mücadele ederler! Mesele, egemen sınıfı “ikna etmek” değil, grevlerin ve sınıf mücadelesinin gücüyle onu boyun eğdirmektir. Dünya çapında ilerleyen ve mutlaka uluslararası hale gelmesi gereken savaşa karşı bir grev hareketidir.
22 Eylül’deki genel grevin çağrısı, taban sendikaları (USB, CUB, SGB, ADL) tarafından yapıldı. UIL ve CISL ilgilenmediklerini açıkça belirttiler. Gazze’deki savaşa karşı greve başvurma niyetini hiç açıklamamış olan CGIL, 22’sindeki grevin başarılı olacağı anlaşılınca, aceleyle 19 Eylül için bir grev ilan etti. Taban sendikalarının grevine karşı yapılan bu utanmaz sabotaj eylemi, CGIL’in egemen sınıfa ve onun siyasi rejimine bağlı bir rejim sendikası olduğunu ve gerçek bir sınıf sendikasının ancak onun dışında ve ona karşı yeniden doğabileceğini doğrulamaktadır!
22 Eylül’deki grevin başarısı ve birçok üyenin protestoları karşısında, CGIL yönetimi, davranışını sansasyonel bir şekilde değiştirerek ve taban sendikalarıyla birlikte 3 Ekim’de genel grev çağrısı yaparak durumu düzeltmeye çalıştı! Bu, grevi güçlendirdiği ve radikalleştirdiği için son derece olumlu bir gelişmedir.
Tüm ülkelerde, işçi sınıfı, işçilerin kaderini şirketin ve ulusal kapitalizmin – onların “vatan” veya “ülke” dedikleri – kaderine bağlayan rejim sendikacılığına karşı mücadele etmeli ve gerçek sınıf sendikaları kurmalıdır.
Almanya’da, en büyük sendika konfederasyonu olan DGB, yeniden silahlanma planını destekliyor. ABD’de, otomotiv sektörünün en büyük sendikası olan UAW, ABD burjuvazisinin gümrük vergisi politikasını destekliyor. Aylarca her hafta yüzbinlerce kişinin savaşı protesto etmek için sokaklara döküldüğü ve çok sayıda yedek askerin askere çağrılmayı reddettiği İsrail’de bile, hareket işçi sınıfının genel mücadelesinde ayağa kalkana kadar İsrail burjuva rejiminin istediği savaşı durdurmak mümkün olmayacaktır. Ancak bunun için, rejimin Histadrut sendikasının işçiler üzerindeki kontrolü kırılmalıdır, zira bu sendika savaşa karşı genel grevi ve savaş ekonomisinin bir sonucu olarak maaş kesintilerine karşı öğretmen grevini engelledi.
Gazze’deki savaşa, tüm savaşlara karşı, sendikalar içinde mücadele etmeli, emperyalist savaşa karşı uluslararası bir genel grev için ajitasyon yapmalı, İsrailliler ve Filistinliler de dahil olmak üzere tüm işçilerin uluslararası birliğine giden yolu göstermeliyiz! Sadece bu uluslararası dayanışma ve işçi sınıfının mücadelesi, Filistinlileri, tüm ulusal azınlıklar gibi, maruz kaldıkları neredeyse yüzyıllık rezil baskıdan kurtarabilir.
Savaşın barbarlığı sadece Gazze’de görülmüyor: 2011’den 2018’e kadar Suriye’deki iç savaş ve Sudan’daki kıtlık daha da fazla kurban verdi. Gazze’nin yıkımını bugün özel kılan şey, cephenin bir tarafında bunun, “Orta Doğu’daki tek demokrasi” olduğunu iddia eden demokratik bir devlet tarafından, “dünyanın en büyük demokrasisi” olan ABD’nin, hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimlerin ve Almanya ve İtalya başta olmak üzere diğer demokrasilerin desteğiyle gerçekleştiriliyor olmasıdır. Gazze’deki savaş, demokrasilerin de otoriter rejimler gibi katliamlar ve savaşlar yürüttüğünü göstermiştir. Bunun nedeni, hepsinin burjuva, kapitalist rejimler olmasıdır: ister demokratik, ister otoriter, ister teokratik olsun, hükümet biçiminin değeri, işçi sınıfı üzerinde kontrolü sürdürmek için ne kadar yararlı olduğuyla sınırlıdır.
Bugün Gazze’deki savaşa karşı grev yapmak, yakın gelecekte kapımıza dayandığında ve küreselleştiğinde savaşı önlemenin ilk adımıdır. O zaman, ulusal kapitalizmi günlerce diz çöktürecek grevler düzenleyebilecek gerçek ve güçlü bir sınıf temelli sendikaya ihtiyacımız olacak. Bu, her ülkede kendi burjuva devleti ve baskısıyla çatışmak anlamına gelecektir. Kapitalist devletler arasındaki emperyalist savaş ancak sınıf mücadelesi, yani devrimle durdurulabilir!
Kahrolsun emperyalist savaşlar!
Yaşasın sınıf savaşı!
Yaşasın komünist devrim!
Sınıf Mücadelesi Eylem Ağı (CSAN) (katıldığımız, sendika militanlarının sınıf mücadelesi koordinasyonudur) içindeki çok sayıda göçmen savunma kararının başarısının ardından, işçi koordinasyonu, birçok farklı sendikadaki sendika militanları arasında ortak çalışma kurarak sendikalar arasında göçmen işçileri savunmak için örgütlenme çabalarına başlamak üzere daha büyük bir sendika birleşik cephesi çabasına katılmaya davet edildi. Parti militanları, CSAN üyeleriyle birlikte Washington’daki Devlet Okulları Çalışanları grevine müdahale etti.
Kamu sektörü çalışanlarının grev yapmasının yasadışı olduğu Vancouver, Washington’da, Devlet Okulları Çalışanları (PSE) sendikasında örgütlenen destek personeli greve gitti ve okul bölgesinin açılışını geciktirdi. Aynı okullarda daha yüksek maaşlı öğretmenleri temsil eden Evergreen Eğitimciler Sendikası (EEA) üyeleri, bölgedeki 20.000 öğrenciye hizmet veren 38 okulda grev hattını geçmeyi reddederek greve katıldı. Grevlerinin başladığı sırada, bölgedeki okul hademeleri, çok daha küçük ve izole bir pazarlık birimini oluşturarak, 2 sentlik bir zamla anlaşmaya varmışlardı. Bu durum, eğitim çalışanları ve hademeler arasında, gelecekte koordinasyon yoluyla mücadelelerini kolektif olarak güçlendirmek için örgütlenme konusunda tartışmalara yol açtı.
Kamyoncular sendikası tarafından örgütlenen bölgedeki kafeterya çalışanları grev yetkisi oylaması yaptılar ve PSE ile birlikte aktif olarak grev hattında yürüdüler. Washington’daki iki bölgede daha eğitim çalışanları greve gitti.
Parti militanları, Uluslararası Makineciler Birliği (Boeing ve Lockheed Martin’den United Airlines ve Harley-Davidson’a kadar 600.000 aktif ve emekli üyeden oluşan bir sendika) içindeki bağlantılarına, sendikanın ulusal konferansına göçmen dayanışması kararı getirilmesinde yardımcı oldular. Bir yoldaş, 5 ve 6 Eylül tarihlerinde, New Mexico, Colorado, Utah ve Kaliforniya’da tesisleri bulunan ve yaklaşık 1.000 işçiyi temsil eden Dairy Farmers of America’ya karşı Kamyoncular Sendikası’nın 492 Nolu şubesinin ULP grevinde maddi destek sağladı ve grev hattı faaliyetlerine katıldı. Parti, New Mexico’nun Albuquerque kentindeki grev hattında hazır bulundu ve dağıtmak üzere bir bildiri hazırladı. Daha önce ağırlıklı olarak Fred Myers zincirinin market çalışanlarından oluşan Sınıf Çapında Eylem için Birlik (United For Class Wide Action) grubu, düzenli toplantılarına yeniden başladı ve ülke çapında bu sendikada oluşan daha geniş bir sınıf mücadelesi militanları grubuyla temasa geçti.
Parti militanları, Güney İşçileri Meclisi (Southern Workers Assembly) içinde sınıf mücadelesi girişimlerini sürdürmeye devam ediyor ve bazı yerel şubelerde liderlik pozisyonlarına geldiler.
Parti, ABD’de bir dizi müdahale gerçekleştirdi. Emek Günü’nde yoldaşlar, 4 şehir
ve 2 eyalette 7 İşçi Bayramı mitingi/pikniği/yürüyüşüne müdahale etti.
Aşağıda, ülke çapında şehirlerde ordunun konuşlandırılmasının ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin çeşitli şehirlerinde dağıtılan, Parti üyeleri tarafından yazılmış bir bildiri yer almaktadır.
Kapitalist sınıf, işçileri daha büyük acılara mahkum ederken, giderek artan kârları açgözlülükle yutmaktadır. Toplu işten çıkarmalar, sağlık hizmetlerinin yetersizliği ve temel yaşam masraflarını karşılama yeteneğinin ortadan kalkması, giderek daha fazla işçiyi etkilemektedir. Bu arada, göçmen işçiler, sindirme ve zorla sınır dışı edilme yoluyla modern kölelik koşullarına itilmektedir.
Buna karşılık, büyük burjuva domuzları, Amerika Birleşik Devletleri’nin işçilerin kendilerini savunmak için örgütlenmeye en hazır oldukları çeşitli şehirlerine asker gönderiyor. Bu askerler, iktidarlarını tehdit eden herhangi bir hareket nedeniyle konuşlandırılmıyor. Aksine, ufukta görünen bir sonraki büyük ekonomik kriz öncesinde pozisyon alıyorlar. Böyle bir kriz, kaçınılmaz olarak işçilerin öfkesinin ve eylemlerinin artmasına neden olacak ve devletin düzeni sağlamak için daha sert önlemler almasını gerektirecek.
İşçiler, etkisiz olduğu kanıtlanmış çıkmaz protestolar ve halk cephesi aktivist koalisyonlarından farklı bir şekilde örgütlenmelidir. Bu koalisyonlar, siyasi yelpazenin tamamını kapsama adına, işçi hareketini ve taleplerini tehlikeye atmakta ve ikincil plana itmektedir. Kapitalist devletin dayattığı ızdıraba işçileri sonsuza kadar mahkum etmek isteyenlerin rahatına ve tercihlerine hizmet etmektedirler. Kapitalist devlet, gerçek işçi gücüyle karşı karşıya kalmadan asla gerçek, anlamlı ve kalıcı bir değişim sağlamayacaktır. Bunu ancak sınıf sendikası ve sınırsız genel grev eylemi başarabilir.
Bu koalisyonlar ve 50501, Bölünmez (Indivisible), Krallara Hayır (No Kings), Milyarderler Değil İşçiler (Workers over Billionaires) gibi Demokrat Parti tarafından finanse edilen gruplar, geniş bir tabana hitap etmek için uydurdukları isimlerle kendilerini gizleyerek, işçileri şehirlerde bir başka geçit törenine yönlendiriyor ve burjuva politikacıların değiştirilmesini, bir tür reform yapılmasını talep ediyor ya da hiç talep etmiyorlar! Aktivist gruplar, bireyleri sokağa çıkmaya ve amaçsızca, savunmasız bir şekilde toplanmaya çağırıyor, sadece hoşnutsuzluğun bir sembolü olarak sözde “daha az öldürücü” silahlarla vurulmaya çağırıyor. Sınıf düşmanımızı gerçek ve kalıcı sonuçlar elde etmeye zorlayacak hiçbir güce sahip değiller.
Uluslararası işçi sınıfının hem “iyi polis” maskesi olan demokrasi hem de “kötü polis” kostümü olan faşizm altında yaşadığı dehşetleri doğuran kapitalizmdir. Demokrat Parti ve onun aktivist öncü grupları aracılığıyla direniş dalgalarının dizginlerini ele geçiren (veya onları yönlendiren) kapitalistler, işçilerin öfkesini partilerinin muhalefetten iktidarı geri kazanması için mücadeleye yönlendirmek üzere çok sayıda strateji uygulayarak, kitleleri Trump rejimine karşı mücadele etmeye veya Portland, Chicago, Washington DC vb. şehirleri savunma adı altında belediye çıkarlarını korumaya çağıran sloganlar sunuyorlar. İşçi sınıfının sınırları yoktur ve yerel belediye organları ve onların maaşlı kolluk güçleri tarafından, tıpkı federal hükümet ve onun ordusu tarafından olduğu gibi, sermayenin iradesine boyun eğmeye zorlanırlar. Kurtuluşumuz, kapitalist sistemin uluslararası ölçekte tamamen ortadan kaldırılmasına olan bağlılığımızda yatmaktadır.
Antifaşizm, burjuva demokrasisinin uğruna mücadele etmeye değer bir şey olduğunu ima ettiği için çıkmaz sokaktır.
Antikapitalizm, faşizm ve demokrasinin iki dalı olduğu kapitalizm ağacının tamamını kesmeyi amaçlar. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, Demokratlar veya demokratik sosyalistler için değil, proletarya için örgütlenmemiz gerekir.
İşçiler! İşyerlerinizi örgütleyin, sektörler ve bölgeler arasında işçi örgütlerini birleştirin, böylece kolektif işgücünüzü koordine ederek pazarlık gücünüzü ve etkinizi artırabilirsiniz. Protesto düzenlemek yerine, örgütlü ve örgütsüz işçileri bir araya getiren işçi meclisleri çağrısı yapın. ICE kaçırmaları durana kadar şehirleri ve ülkeyi durduran bir genel grev düzenleyin. Bu, kapitalist sınıfa karşı birleşen işçi sınıfının gücü ve kuvvetidir. Oyunuz değil, ses bombalarının keskin sesini duyabilme yeteneğiniz değil, ne kadar biber gazı soluyabileceğiniz değil.
Resmi sendika liderleriniz veya işçi örgütleriniz, kapitalist çerçeve içindeki mücadelenin sincap çarkına sizi hapsedecek bu eylemlere katılımı teşvik edip patronlar ve devletle ittifak kurmayı tercih ederse, onları bir kenara atın, çünkü sendika örgütlü işçilerdir, patronla maaşlı arabulucular değildir. Bu, genel grev çağrısının sadece doğru yol olduğu için bu örgütlerden biri veya bir birey tarafından yapılabileceği anlamına gelmez. Genel grev eylemi, böylesine muazzam bir güç gösterisini ortaya çıkarmak ve sürdürmek için hazırlanan koordineli çabaların ürünü olmalıdır. Sendikaları örgütlemek (hükümetin veya patronların tanınması veya sözleşmeleri olsun ya da olmasın), sendikalarınızda daha geniş bir tabanı etkileyen sınıf mücadelesi grupları oluşturmak, işçi mücadelesinin gerekli hedeflerinden ödün vermenizi isteyen ve işçi hareketini zehirleyen ve felç eden sözde çözümleri olan grupların bulunmadığı, sendikalar arası işçi toplantıları düzenlemek çok önemlidir.
İşçiler! Sembolik eylemlerin ve aktivist koalisyonların sincap çarkından çıkın; bu koalisyonlar, sizi bir sonraki kapitalist politikacıya hizmet etmek için kendinizi tehlikeye atmaya veya sözde “daha az kötü” olanın normalliğine dönmeye zorlayanlarla uzlaşmaya dayalıdır ve bu mücadelenin net bir örgütlenme ve liderlik olmadan yürütülebileceği gibi saçma sapan fikirleri savunuyorlar. Sadece Enternasyonal Komünist Partisi, uzlaşmaya yanaşmayan ve uluslararası işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekleştirebilecek tek parti, bu liderliği sağlayabilir. Yüzyılı aşkın bir süredir savunduğumuz gibi, faşizm ve demokrasi, bir şekilde sömürmeye, öldürmeye, soykırımı sürdürmeye ve kâr elde etmek için gerekli her türlü yolu kullanarak bizi boyundurukları altına almaya devam edecek olan tek ve aynı kapitalist sistemdir. İşçiler eski hataları tekrarlamayı göze alamazlar.
Koordineli genel grev eylemi yapabilen işçi örgütlerine doğru!
Sınıf
sendikasının inşasına doğru!
Göçmen işçilere yönelik son saldırısında, burjuva devlet ICE ve Teksas ve Illinois ulusal muhafızlarını Şikago, Illinois’e göndererek bu saldırıyı küstahça “Midwest Blitz Operasyonu” olarak adlandırdı. İç Güvenlik Bakanlığı, Eylül ayı başlarında operasyonun başlamasından bu yana en az 1500 göçmeni gözaltına aldığını iddia ediyor. Kuşkusuz, bu sayı o rapordan bu yana artmıştır. Chicago’nun dört bir yanında, maskeli ICE ajanları şehir sokaklarında yürüyüş yaparak, daha fazla militarizasyonu meşrulaştırmak için yerel halkla çatışma çıkarmak amacıyla konuşlandırıldı. Saldırı, ICE’nin yüksek katlı bir apartman kompleksinde canlı olarak yayınlanan bir helikopter baskını düzenleyerek, gece yarısı onlarca kadın ve çocuğu evlerinden çıkarıp toplu tutuklama yapmasıyla zirveye ulaştı. Göçmen işçi Silverio Villegas González, 12 Eylül’de ICE ajanları tarafından vurularak öldürüldü ve Marimar Martinez, 4 Ekim’de Chicago’da Sınır Devriye ajanları tarafından defalarca vuruldu. Burjuva devlet iktidarının bu şekilde kullanılması, Los Angeles’ta ICE baskınlarına karşı kısa süreli proleter ayaklanmanın (TICP 64’te ele alındığı gibi) ve Washington D.C. ve Memphis’te Ulusal Muhafızların konuşlandırılmasının ardından geldi.
Devletin uyguladığı terör, yasal emsal olsun ya da olmasın, şu anda “kanun ve düzen” diye haykıran Demokrat Parti’nin acınası “direnişi” olsun ya da olmasın gerçekleştiriliyor. ICE tarafından tutuklanan binlerce kişiden çoğu Illinois’de Broadview ICE tesisine gönderildi. Bu hapishane, tutukluları başka bir yere gönderilene kadar kısa süreli cezalar için barındıran bir hapishane olarak tanımlanıyor. Bu cehennem çukurunda yatak, sağlık personeli veya malzemesi, mutfak, hijyen malzemesi, açık tuvaletler ve nefes alacak yer bile yok. Kaçak proleterler, sığır gibi, hijyen veya güvenlik konusunda asgari yasal standartları bile karşılamayan bu tür tesislere tıkıştırılıyor. Trump’ın Midway Blitz’inden önce bile, tesis 2025’in başından bu yana 143 kişiyi iki gün veya daha uzun süre hapis etmişti. O zamandan beri çok az veri sağlandı ve bu tesisin işleyişi hakkında hala çok fazla gizlilik var, ancak operasyon terör estirmeye devam ederken, muhtemelen daha fazla insanın tutulduğunu söylemek yeterli.
Federal hükümetin saldırısına yanıt olarak, Illinois eyaleti ve Chicago şehri, 6 Ekim’de Ulusal Muhafız birliklerinin konuşlandırılmasına ilişkin olarak, konuşlandırılmalarını gerektirecek bir acil durum bulunmadığını gerekçe göstererek federal hükümet aleyhine dava açtı. Bu hukuki mücadele sürerken, Teksas ve Illinois’ten 500 ulusal muhafız, Chicago’nun 55 mil güneybatısında konuşlandırıldı ve şehre girmek için izin bekliyor. Chicago’nun “Sığınak Şehir” statüsü ve Illinois’teki Demokrat Parti’nin kalesi olmasına rağmen, Demokrat Parti bir kez daha proletaryayı kendi başına bırakırken, göçmen işçileri savunan bir parti olduğunu iddia ediyor. Eyalet valisi J.B. Pritzker ve Chicago Belediye Başkanı Brandon Johnson, “şiddetle kınadıklarını” dile getirmek, ülkenin “insanlığına” başvurmak ve hoşnutsuzluğu etkisiz yasal anlaşmazlıklara ve bürokratik devlet kurumlarına yönlendirmek dışında pek bir şey yapmadılar. İlerici Johnson’ın “Haklarınızı Bilin” kaynaklarını yaymak ve ICE’nin şehir mülklerini kullanımına yasal sınırlar getirmek için yürütme emirleri çıkarmış olması övgüye değer görünebilir, ancak bu, proletaryayı bastırmak ve burjuvazinin hakim olduğu sınıflar arası hareketlere bağlamak için sermayenin hizmetinde yapılıyor.
18 Ekim 2025’te, Belediye Başkanı Brandon Johnson, “Krallara Hayır” mitinginde 100.000’den fazla insanın önünde durdu ve “bu ülkenin tarihindeki en büyük genel grevi yöneten” köleleştirilmiş atalarını anarak genel grev çağrısında bulundu. Aynı şekilde Johnson, son zamanlarda aktivist gruplar, sendikalar ve STK’larla, Amerika Birleşik Devletleri’nde faşizmle mücadele etmenin birincil aracı olarak Demokrat Parti’nin “halk cephesi”ni tartışıyor. Johnson Amerikan mitolojisini anarken ve Pritzker direnişi “Chicago’yu savunmak”la örtbas ederken, seferberlik uluslararası işçi sınıfının çıkarları yerine “bizim şehrimiz”e odaklandığında, sınıf mücadelesi ulusal mücadeleye tabi hale geliyor. Pritzker kalabalığa şöyle seslendi: "Asla teslim olmayacağız! Siyah ve kahverengi insanlar tenlerinin rengi nedeniyle hedef alınıyor. Çocuklar kelepçeleniyor ve ailelerinden ayrılıyor.“ Zulüm gerçek. Ancak ”şehrimizi koruyalım”, ”demokrasimizi savunalım“, ”iyi" Demokratları destekleyelim şeklindeki tepki, sadece bir çıkmaza yol açmakla kalmaz, aynı zamanda proletaryanın bu kesimlerini zulümden geçiren sistemin güçlenmesine ve savunulmasına da yol açar. Böylece, koyun postuna bürünmüş kurt olan Amerikan liberalleri bir kez daha rolünü oynuyor. Bu, Stalin tarafından ilk kez “faşist” tehdide karşı tüm “demokratik” güçleri birleştirmek ve bağımsız sınıf mücadelesini burjuva demokrasisinin korunmasına tabi kılmak için geliştirilen klasik Halk Cephesi formülüdür. Bu koalisyonlar, işçi hareketini uzlaşmaya zorlayarak, işçileri kapitalist devletin zulmüne sonsuza kadar bağlamak isteyenlerin isteklerine boyun eğdiriyor. Johnson bir müttefik gibi görünebilir, ancak durum kontrolden çıkar çıkmaz ve burjuvazinin kendi fraksiyonunun çıkarları tehdit altına girer girmez, ilerlemeciliğin gerçek yüzü kapitalizmin bir başka savunucusu olarak ortaya çıkacaktır.
Demokratların Los Angeles’taki ICE baskınlarına tepkisiyle ilgili önceki analizimiz Chicago’da da geçerlidir. “Sığınak Şehirler” politikası, herhangi bir yasal kurguyu atlatma ve federal hükümetin tüm gücünü kullanma imkanına ve yetkisine sahip olan ICE’den göçmen işçileri gerçekten korumak için yeterli değildir. Devletin uyguladığı şiddet tekeli ile desteklenen, en savunmasız işçileri sömürmek için sermayenin yüzsüz gerekliliği karşısında ahlaki çağrılar hiçbir anlam ifade etmez. Demokratların sözde göçmen yanlısı retoriği de, 2008 ekonomik krizinin ardından Obama yönetimi sırasında göçmen işçilerin sömürülmesine ve yoğun sınır dışı edilmesine sessizce katıldıkları düşünüldüğünde gülünçtür. Göçmen işçilerin gözaltına alınması ve sınır dışı edilmesine katılımlarını, “gerçekçi reform” çağrısına kulak vererek, vatandaşlığa daha kolay yollar ve sabıka kaydı olanlara hoşgörü vaat ederek savunuyorlar. Ancak, Biden yönetimi sırasında ICE’ye ayrılan fonların artırılması ve düşük ücretlerle göçmen işçileri sömürme yeteneğine güvenen küçük burjuvazi ve burjuva bağışçıların taleplerini karşılamak için göçmenlik konusunda hesaplı bir düzenleme yapılmasıyla, bu tür vaatler görünüşte unutulmuş görünüyor.
Broadview tesisindeki muameleye ve genel
olarak ICE’ye karşı protestolar Chicago’da patlak verdi ve ICE
araçlarını engelleme girişimleri yoğun devlet misillemesine yol
açtı. Elbette mücadele istekliliğini kutluyoruz, ancak ülke
çapında giderek Demokrat Parti’nin liderliği altına giren
anti-ICE hareketinin sınıflar arası koalisyon niteliğini
kınıyoruz. ICE tarafından avlananlara yardım etmek için
kendiliğinden sınıflar arası örgütlenmeler de ortaya çıktı,
ancak bunlar devletin faaliyetlerine dikkat çekmek ve hukuki savunma
gibi etkisiz yöntemlerle sınırlı kaldı. Proletarya, kendini
savunmak için burjuvazinin kurumlarına ihtiyaç duymaz, hükümet
içindeki sözde müttefiklere de ihtiyaç duymaz. Karar verici
faktör, yalnızca sınıflar arasındaki gerçek güç
mücadelesidir. Göçmen proleterleri savunmak için gerekli olan,
sınıf mücadelesinin yeniden başlaması, işçi örgütleri içinde
mücadeleci sınıf sendikacılığının yeniden canlanması, genel
ve özel mücadelelerde proletaryanın sınıf partisiyle liderliği
ve nihayetinde, ICE’yi gerçekten ortadan kaldırabilecek ve sermaye
tarafından yasadışı sayılanlara karşı terör rejimini sona
erdirebilecek tek şey olan proletarya diktatörlüğüdür.
Göçmen işçiler, hem göçmen işçileri hem de ABD ve uluslararası alanda daha geniş işçi sınıfını hedef alan devletin yeni bir saldırı dalgası karşısında mücadele ediyor. Bu saldırılar, ABD İç Güvenlik Bakanlığı’na bağlı ve göçmenlik yasalarını uygulamakla görevli federal bir kurum olan ICE (Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza) tarafından gerçekleştirilen toplu tutuklamalar ve gözaltılar şeklinde gerçekleşiyor.
Bu tür kurumlar ve faaliyetleri, “ulusal güvenlik” adına meşrulaştırılıyor, ancak gerçekte bu, işçi sınıfını disipline etmek ve kontrol etmek suretiyle egemen sınıfın kâr biriktirme yeteneğini korumak anlamına geliyor. Tarihsel olarak ve bugün de, kapitalist sınıf göçmenlik politikalarını ve yasalarını işgücü ihtiyaçlarını karşılamak için ve işçi sınıfının en ezilen kesimlerinden biri olan belgesiz göçmenleri, sınır dışı edilme ve geçim kaynaklarını kaybetme korkusu içinde yaşamaya ve çalışmaya zorlayarak aşırı sömürüyü uygulamak için bir silah olarak kullanmıştır.
Bu saldırılar karşısında, göçmen işçiler örgütleniyor ve karşı koyuyor.
Wisconsin’deki Süt İşçileri
Grevi
12 Ağustos’ta, Wisconsin’in Monroe kentindeki W&W Dairy’de çalışan kırk üç işçi, şirketin Kansas merkezli Dairy Farmers of America (DFA) tarafından satın alınmasının ardından getirilen yeni göçmen karşıtı politikalara tepki olarak greve gitti. Neredeyse tamamı Latin göçmenlerden oluşan grevciler, İç Güvenlik Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik İdaresi tarafından işletilen federal bir sistem olan E-Verify aracılığıyla göçmenlik statülerini doğrulamaları emredildikten sonra, kıdem tazminatı ve birikmiş ücretli izinlerinin ödenmesini talep ettiler. E-Verify, işverenlerin I-9 formlarındaki bilgileri hükümet kayıtlarıyla karşılaştırarak işçilerin ABD’de çalışma izni olup olmadığını kontrol etmelerini sağlar.
W&W Dairy, tüm işgücüne 30 Ağustos’a kadar E-Verify aracılığıyla yasal statülerini kanıtlamaları için süre verdi. Yaklaşık 100 çalışanın neredeyse yarısı hemen istifa etti, ancak 43 uzun süredir çalışan işçi bunu reddetti ve bunun yerine çalıştıkları her yıl için üç haftalık tazminat talep etti. Yönetim taleplerini reddetti ve bir gözdağı hamlesiyle greve devam ederlerse ICE’yi arayacakları tehdidinde bulundu. Bu, göçmenlik yasalarının ve devletin asıl amacının, korku ve sınır dışı edilme ve gözaltı tehditleri yoluyla patronlar için daha yüksek sömürü oranları uygulamak için açıkça kullanıldığı bir örnektir.
Bu işçiler, işçilere dayatılan kısıtlayıcı iş kanunları ve devlet kontrolündeki sendika çerçeveleri dışında, gayri resmi olarak örgütlenmiş, sıkı bağları olan, topluluk temelli bir işgücü oluşturmaktadır.
Bu bağlamda E-Verify sisteminin uygulanması, patronların bir başka saldırısıdır. Bu, belgesiz işçileri tasfiye etmek ve kalan işgücünü itaat etmeye zorlamak için bir araçtır. Mesele, belgesiz işçileri ABD doğumlu vatandaşlarla değiştirmek değil, her biri bir öncekinden daha fazla sömürülen ve disipline edilen yeni göçmen işçi dalgalarını devreye sokmaktır.
“Belgesiz” işçilerin varlığı tesadüf değildir; burjuva devletin kasıtlı olarak yarattığı bir durumdur. Devlet, yasal statüyü istediği gibi verip geri alarak, kolayca sömürülebilen güvencesiz bir işgücü havuzu yaratmaktadır. Örneğin, 2017’de Haitililer, Salvadorlular ve diğerleri için Geçici Koruma Statüsü’nün (TPS) sona erdirilmesi ve son yıllarda Venezuelalılar ve Haitililer için TPS ve çalışma izinleri ile ilgili kuralların değiştirilmesi, devlet kararlarının nasıl yasadışılığı ürettiğini ve göçmen işgücünü savunmasız durumda tuttuğunu göstermektedir.
Amerika Süt Ürünü Çiftçileri (DFA), ABD süt arzının yaklaşık üçte birini kontrol etmekte, yıllık yaklaşık 20 milyar dolar gelir elde etmekte ve dünyanın en büyük süt ürünleri şirketleri arasında yer almaktadır. DFA, 19.000’den fazla kişiyi istihdam etmekte ve ülke çapında 380’den fazla tesis işleterek sütü peynir, tereyağı, süt tozu, dondurma ve diğer ürünlere dönüştürmektedir. DFA, merkezi ABD’de olmakla birlikte, ihracat ve ortaklıklar yoluyla küresel olarak faaliyet göstermekte ve hem yurt içi hem de yurt dışı süt ürünleri pazarları üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. DFA çalışanlarının çoğu, Uluslararası Kamyoncular Kardeşliği de dahil olmak üzere sendikalıdır.
DFA, işten çıkarılma taleplerini karşılamayı veya sahiplik geçişi sırasında çalışanları tutmayı reddetmiştir. Birçoğu, ailelerine bakarken ve kapitalist göçmenlik sisteminin şiddetiyle karşı karşıya kalırken yeni iş aramak zorunda kalmıştır.
Chicago’daki
Mauser Grevi
Süt ürünleri işçilerine benzer şekilde, Chicago’da Kamyoncular ile örgütlenen göçmen işçiler de, antisosyal ve çürüyen kapitalizmi ayakta tutan sistemin can damarı olan emeklerini geri çekerek mücadele ediyorlar.
9 Haziran 2025’ten bu yana, Chicago’nun Little Village semtindeki Mauser Packaging Solutions’da 100’den fazla işçi süresiz grevde. Kamyoncular 705 Nolu şubenin altında örgütlenen işçiler, işyerinde güvenlik önlemleri, daha yüksek ücretler ve ICE ajanlarının imzalı adli izin belgesi olmadan şirket mülküne girmesine izin verilmeyeceğine dair yazılı garanti talep ediyorlar. Ayrıca, göçmen işçilerin işten çıkarılmasına veya gözaltına alınmasına yol açan I-9 denetimleri hakkında önceden bildirim talep ediyorlar.
Chicago’nun çoğunlukla Latin kökenli, İspanyolca konuşan mahallesinde bulunan Little Village fabrikası, kullanılmış çelik varilleri ve endüstriyel konteynerleri yeniden satış ve yeniden kullanım için yeniliyor. Bu iş, zehirli kimyasallar ve aşırı sıcaklık içeren tehlikeli bir iştir. İşçilerin çoğu, yıllardır yönetimin sömürüsü ve tehditlerine maruz kalan Latin kökenli göçmenlerdir. Bir işçinin ifadesiyle, şirket tarafından “yük hayvanları gibi” muamele görüyorlar.
Oak Brook, Illinois’de bulunan Mauser Packaging Solutions, 11.000’den fazla işçi istihdam eden küresel bir şirkettir. 2018 yılında dört büyük ambalaj şirketinin birleşmesiyle kurulan şirket, dünya çapında endüstrilerde kullanılan metal ve plastik konteynerler üretmektedir. Mauser, Seattle’daki gibi geçmişteki anlaşmazlıklarda grevleri baltalamak ve sendikaların gücünü zayıflatmak için göçmenlik yasalarının uygulanması tehdidini kullanmak da dahil olmak üzere, işçilere karşı uzun bir geçmişe sahiptir.
Chicago’da grev, Belediye Başkanı Brandon Johnson, Temsilci Jesús “Chuy” García ve Senatör Bernie Sanders’ın ‘desteğini’ ve katılımını sağlamıştır. Johnson işçilere, “Bu grev, bu ülkenin işçilerin yönettiğini bilmesini sağlamak için öncü rol oynuyor” demiştir. Demokrat Parti’deki diğerleri gibi bu politikacılar da, göçmen işçileri suçlu ilan eden ve sömüren aynı kapitalist sisteme hizmet etmektedir. “İşçi gücü” ve “dayanışma”dan bahsederken, kapitalist düzeni korumak için Cumhuriyetçiler ve egemen sınıfla işbirliği yapıyorlar; bu sistem, işçileri sömürülen, disiplinli ve bir sonraki emperyalist çatışma gerektirdiğinde savaşa gönderilmeye hazır tutuyor.
Mauser grevi devam ederken, Chicago genelinde, depolar ve gıda üretim tesisleri de dahil olmak üzere, göçmen işçilerin tutuklamaları gerçekleşti. İşverenlerin göçmen işgücü üzerindeki kontrolünü sürdürmek için devlet baskısının yarattığı korkuya dayandıkları göz önüne alındığında, Mauser’in sözleşmeye ICE korumalarını dahil etmeyi reddetmesi tesadüf değildir.
Federal hükümet, hem belgesiz hem de yasal olarak ülkede bulunan göçmenleri hedef alan işyeri baskınlarını ve toplu gözaltıları artırdı. Bu baskınlar daha şiddetli hale geldi; örneğin, Eylül 2025’te Illinois’in Franklin Park kentinde bir ICE ajanı tarafından silahsız bir belgesiz kişi vuruldu ve öldürüldü. Göçmenlik uygulamaları, Chicago ve Los Angeles gibi büyük göçmen merkezlerinde koordineli operasyonlarla ülke çapında daha agresif hale gelmiştir.
Bu tırmanış, mevcut yönetimin ICE ve orduya sağlanan fonları önemli ölçüde artıran “Büyük Güzel Yasa”yı kabul etmesinin ardından gerçekleşti. Böylece devletin göçmenleri ve genel olarak işçi sınıfını gözaltına alma, baskı altında tutma ve terörize etme kapasitesi genişledi.
Mauser işçilerinin birliği olağanüstüydü. Tek bir işçi bile grev hattını geçmedi ve şirketin son teklifini reddetme oylaması yüzde 100 oybirliğiyle kabul edildi. İşçiler, polis ve ICE saldırılarından korunmak için fabrikanın yakınındaki çitlerle çevrili ve dikenli tellerle çevrili bir alanda grevlerini sürdürdüler. Yönetimin tesisi kapatma tehditlerine rağmen, işçiler güçlü kalmaya devam ediyor.
Dördüncü ayına giren grev devam ediyor. Her iki taraf da taviz vermiyor, şirket tehditlerini artırıyor ve 2025 yılının Kasım ayı sonunda fabrikayı kapatma planlarını “geçici” olarak duyuruyor.
Ancak işçilerin cesareti, tüm işçi sınıfına örnek teşkil ediyor ve işçilerin ancak mücadele, birlik ve grev eylemleriyle kapitalist devletin sömürüsüne, baskısına ve şiddetine karşı kendilerini savunabileceklerini gösteriyor.
Küresel kapitalist sistemin çevresinde, küresel aşırı üretim krizi sosyal ve sınıfsal çelişkileri kırılma noktasına kadar genişletmeye devam ederken, isyan yoksullaşmaya karşı doğal bir tepki haline geldi.
Madagaskar’da kıvılcım, 25 Eylül 2025’te başlayan kitlesel gösterilerden çıktı. Öğrenciler, ulaşım işçileri ve kamu sektörü sendikaları, haftalarca süren elektrik kesintileri, yakıt kıtlığı ve gıda enflasyonunun ardından sokaklara döküldü. Polis baskısı onlarca kişinin yaralanmasına ve birkaç kişinin ölümüne neden oldu, ancak protestolar daha da büyüdü. Grevler limanlara ve kamu hizmetlerine yayıldı, ekonomiyi felç etti ve Cumhurbaşkanı Andry Rajoelina’yı 29 Eylül 2025’te kabinesini feshetmeye zorladı.
Yerel bir kriz gibi görünen olay, aslında uluslararası finans tarafından uzun süredir dayatılan çelişkilerin patlak vermesiydi. IMF’nin denetimindeki yıllarca süren kemer sıkma ve borç yeniden yapılandırma politikaları, devlet yatırımlarını yok etmiş, kamu hizmetlerini özelleştirmiş ve ülke ekonomisini yabancıların elindeki hammadde ihracatına bağlamıştı. Alacaklıların talep ettiği sözde “reformlar”, Madagaskar devletini bir borç tahsilat ajansına dönüştürdü; işçilerini sıkıştırırken madencilik ve tarım sektörünün kârları yurt dışına akıyordu.
Nepal’de isyan farklı bir biçim aldı, ancak aynı nedeni paylaşıyordu. 4 Eylül 2025’te hükümet yirmi altı sosyal medya platformunu yasakladı ve 8-13 Eylül tarihleri arasında kitlesel protestolara yol açtı. Katmandu ve diğer şehirlerde öğrenciler ve kayıt dışı işçiler protesto gösterileri düzenledi. Ancak sansüre yönelik öfkenin altında, genç işsizliğinin yüzde 20’nin üzerinde olduğu ve ülke gelirinin yaklaşık üçte birini oluşturan yurtdışı havalelerle ayakta duran bir ulusun daha derin bir maddi çürümesi yatıyordu.
On yıllardır süren neoliberal uyum ve dış krediler, Nepal’in ithal mallara ve dış kredilere bağımlı kalmasını sağlamıştı. İster “komünist”, ister merkezci ister kraliyetçi olsun, siyasi partiler sadece retorik olarak farklılık gösteriyordu; hepsi Dünya Bankası ve uluslararası bağışçılar tarafından dayatılan aynı kapitalist mantığa hizmet ediyordu. Öğrenciler ve işçiler sokaklara çıktıklarında, sadece bir hükümet kararnamesini değil, bağımlılık ve insan emeğinin bir meta olarak ihracı üzerine kurulu tüm sosyal düzeni reddediyorlardı.
Eylül ayında Endonezya, kötüleşen ekonomik koşullar ve elit kesimin aşırılıkları ülke çapında huzursuzluğu tetikleyince, neredeyse on yıldır görülen en büyük protesto dalgasına tanık oldu. Pandemi sonrası yıllarca süren enflasyon, para biriminin değer kaybetmesi ve ücret artışlarının durgunluğu, milyonlarca işçinin gıda, yakıt ve barınma masraflarını karşılamakta zorlanmasına neden olurken, özellikle gençler ve kayıt dışı çalışanlar arasında işsizlik oranı yüksek seviyelerde kaldı. Parlamento üyelerinin aylık yaklaşık 50 milyon rupi (yaklaşık 3.000 ABD doları) konut yardımı aldıkları ve bu miktarın ulusal asgari ücreti büyük ölçüde aştığına dair haberler ortaya çıkınca hoşnutsuzluk daha da derinleşti. Bu haber, Cakarta, Surabaya ve diğer büyük şehirlerde kitlesel gösterilerin katalizörü oldu. Sanayi işçileri, öğretmenler, gig ekonomisi sürücüleri ve öğrencileri bir araya getiren protesto hareketi, ücret artışları, dış kaynak kullanımı ve güvencesiz sözleşmelerin sona erdirilmesi, daha güçlü işçi hakları korumaları, vergi reformu ve elitlerin siyasi ayrıcalıklarının kaldırılmasını talep etti.
Endonezya’nın iş dünyası ve yabancı yatırımcıların desteğini alan Prabowo Subianto hükümeti, göz yaşartıcı gaz, 1000’den fazla kişinin tutuklanması ve geçici internet kesintileriyle yanıt verirken, milletvekillerinin ayrıcalıklarının askıya alınması gibi küçük reformlar vaat etti. Bu tavizler, ayaklanmanın temelinde yatan daha geniş sınıf çelişkisini, yani ekonomik büyümenin dar bir elit kesimi zenginleştirirken işçi sınıfını enflasyon, güvensizlik ve devlet baskısı altında bırakan bir toplumu çözemedi.
Sırbistan’da isyan bir trajedi ile başladı. 2 Ekim 2025’te Novi Sad’da bir tren istasyonu kanopisinin çökmesi sonucu 16 işçi hayatını kaybetti. Bu felaket, on yıllardır süren yolsuzluk, kayırmacı özelleştirme ve altyapı çürümesinin sembolü haline geldi. İşçi sınıfı, hala parçalanmış olmasına rağmen, birdenbire sesini buldu. Ulaşım işçileri, eğitimciler ve emekliler, öğrenciler ve işten çıkarılan fabrika işçileriyle birlikte yürüyüş yaparak Aleksandar Vučić hükümetini ve kamu ihmalinden kar eden yabancı müteahhitleri kınadılar. Düşük ücretli imalat ve madencilik finansmanı yoluyla Avrupa sermayesine bağlı olan Sırbistan ekonomisi, milyonlarca insanı güvencesiz bir durumda bırakırken, küçük bir elit kesim spekülatif inşaat ve ihracat sübvansiyonlarıyla zenginleşiyor. Devlet bu uyanışa çevik kuvvet polisi, medya sansürü ve “yabancı müdahale” suçlamalarıyla yanıt verdi. Ancak hareketin “Ölüler için adalet, yaşayanlar için ekmek” sloganları, milliyetçiliği aşan bir sınıf uyanışını ortaya koyuyor.
Bu arada Fas’ta, Gen Z 212 hareketi, 2011’den bu yana Kuzey Afrika’daki en uzun süreli gençlik ayaklanmalarından biri olarak patlak verdi. 2025 Eylülünün sonlarında başlayan gösteriler, Kazablanka’dan Rabat ve Tangier’e yayıldı ve öğrencileri, güvencesiz işçileri ve öğretmenleri “karama wa ’amal” (onur ve iş) çağrısı altında birleştirdi. Maddi temeli çok açık: genç işsizliği yüzde 30’a yakın, gıda ve yakıt fiyatları hızla artıyor ve devlet harcamalarının beşte birinden fazlasını borç yükü tüketiyor. Batılı alacaklılar tarafından “istikrarı” ile övülen Fas monarşisi, yüzlerce kişinin tutuklanması, öğrenci birliklerinin feshedilmesi ve çevrimiçi örgütleyicilerin güvenlik güçleri tarafından avlanmasıyla, komprador rejimlerin tipik vahşeti ile yanıt verdi. Protestolar, kamu sektörü sendikalarını ve ulaştırma işçilerinin bir kısmını da içine çekerek, nesiller boyu süren hayal kırıklığını embriyonik bir sınıf dayanışmasına dönüştürdü. Burada da isyanın yüzü, gelecekten dışlanmış, itaat karşılığında sadece borç, gözetim ve baskı sunan kapitalist düzene karşı çıkan proletaryanın yüzüdür.
Ekim 2025 itibarıyla Madagaskar, Nepal, Sırbistan, Endonezya ve Fas’taki hareketler hâlâ çözüme kavuşmamış durumda. Madagaskar’da geçiş hükümeti enerji, ulaşım ve eğitim sektörlerinde grevlerle karşı karşıya kalmaya devam ederken, sendikalarla müzakereler yabancı alacaklıların baskısı altında aksıyor. Nepal’de iktidar koalisyonu parçalandı, sosyal medya yasağı kaldırıldı, ancak güvenlik güçleri hâlâ öğrenci örgütleyicileri gözaltına alıyor ve yaşam maliyeti artmaya devam ediyor. Sırbistan olağanüstü hal kararları altında kalmaya devam ederken, Fas’ın hapishaneleri genç muhaliflerle dolup taşıyor. Burjuva basını “düzenin geri dönüşünü” ilan ediyor, ancak yüzeyin altında isyan koşulları devam ediyor. Her ayaklanma, sermayenin borç, kemer sıkma ve bağımlılık yoluyla hüküm sürdüğü yerlerde direnişin bir seçim değil, kaçınılmaz bir durum olduğunu gösteriyor.
Şu anda gerekli olan, işçilerin sınıf sendikaları altında örgütlenmesidir.
Enternasyonal Komünist Partisi, demokrasi ve milliyetçiliğin illüzyonlarının
ötesinde, ücretli emeğin kendisinin ortadan kaldırılmasını öngören klasik
Marksist programa geri dönülmesi çağrısı yapıyor. Madagaskar, Nepal, Sırbistan,
Endonezya ve Fas’taki mücadeleler, izole fırtınalar değil, tek bir küresel
karşıtlığın, sermaye ile emek arasındaki çatışmanın tezahürleridir. Proletarya,
ancak sınırların ve parlamentoların ötesinde, disiplinli bir uluslararası
örgütlenmeyle isyanını devrime dönüştürebilir ve sonunda isyanı gerekli kılan
koşulları ortadan kaldırabilir.
Endonezya, Güneydoğu Asya ile Okyanusya arasında, Çin’in güneyinde ve Hindistan’ın doğusunda yer alan, on bir bağımsız ülkeyi içeren bir kıtalararası coğrafyadır: Brunei, Kamboçya, Filipinler, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar (Burma), Singapur, Tayland, Doğu Timor ve Vietnam.
Dünyanın en büyük takımada ülkesidir ve 17.500’den fazla adadan oluşur; bu adaların sadece 2.300’den fazlası yerleşim yeridir. 280 milyondan fazla nüfusu ile Hindistan, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyanın en kalabalık ülkesidir ve Pakistan, Nijerya ve Brezilya’nın önündedir. Yalnızca Java adası, gezegendeki en kalabalık ada ve ülkenin coğrafi ve ekonomik merkezi olup, yaklaşık 150 milyon nüfusu ile nüfusun yarısından fazlasına ev sahipliği yapmaktadır. Büyük ada, İngiltere ile aynı büyüklükte olan 129 km²’lik bir alanı kaplamaktadır, ancak İngiltere’nin nüfusu sadece 56 milyondur.
Takımadaların nüfusu, yüzlerce
etnik grup ve konuşulan dil ile son derece çeşitlidir. Dünyanın
en büyük Müslüman topluluğunu barındırmaktadır.
Giderek
Sertleşen Emperyalist Mücadele
Hint Okyanusu ile Pasifik arasında “Doğu’ya açılan kapı” olan ve geniş bir potansiyel tüketici pazarına sahip olan Endonezya, büyük emperyalist güçlerin gözdesi bir hedeftir. Amerika Birleşik Devletleri ve Çin, bir dizi anlaşma ve yatırım ağı aracılığıyla bu ülke için rekabet etmektedir. Çin sermayesinin giderek artan ağırlığına rağmen, Endonezya burjuvazisi şimdilik iki güç arasında bir denge sağlamaktadır.
Endonezya başbakanının, Endonezya’nın başkenti fiilen kuşatma altında iken 3 Eylül’de Pekin’de düzenlenen “Zafer Bayramı” askeri geçit törenine katılması, Çin Halk Cumhuriyeti ve Batı’nın alternatif emperyalist güçleriyle stratejik bir yakınlaşma olduğunu göstermektedir. Pekin’de Endonezya cumhurbaşkanının ekonomik ve güvenlik konularında ikili işbirliğini güçlendirmeye çalıştığı bildirildi. Ancak Çin ile ticari bağların genişlemesi, büyük takımadaların ana silah tedarikçileri olan ABD ve Rusya ile mevcut ilişkileri sona erdirmeyecektir.
Ocak 2025’te Endonezya, BRICS’e tam üye olarak kabul edildi ve bloğa katılan ilk Güneydoğu Asya ülkesi oldu.
Aynı zamanda, neredeyse on yıllık müzakerelerin ardından, Avrupa Birliği ile, ikili ticarette gümrük tarifelerinin%98’inden fazlasının kaldırılmasını öngören, AB-Endonezya Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması (CEPA) olarak bilinen bir serbest ticaret anlaşması imzalandı.
Kısacası, Endonezya egemen
sınıfı, emperyalist güçlerin hiçbirine bağlanmamaya veya
bağımlı olmamaya çalışıyor, böylece işçi sınıfının teri
ve kanı pahasına, elbette, bundan fayda sağlayabiliyor.
Resmi
ve Gayri Resmi İşgücü
Maaşlı ve maaşsız işgücünün sayısı yaklaşık 150 milyon olarak tahmin edilmektedir. Son on yılda işsizlik oranı, Covid-19 dönemi hariç, genel olarak istikrarlı bir şekilde ortalama%5 olarak seyretmiştir.
Bölgedeki diğer ülkelerde olduğu gibi, işgücü iki ana kategoriye ayrılmıştır. Gayri resmi işçiler toplamın yaklaşık%60’ını oluşturmaktadır ve bu nedenle baskındır. Bunlar arasında küçük çiftçiler ve zanaatkârların yanı sıra geçici “günlük” veya “sözleşmeli” işçiler de bulunmaktadır. Bu işçiler belirli görevler için veya geçici, günlük, haftalık veya aylık olarak istihdam edilmektedir: inşaat işçileri, hasat işçileri, motosiklet taksi şoförleri (ojek) gibi nakliyeciler.
Gayri resmi sektörün baskınlığı, Endonezya ekonomisinin kırsal ve küçük işletme tabanını yansıtan yapısal bir özelliği olmuştur.
60-65 milyon “resmi” işçi arasında, genellikle düzenli sözleşmelere sahip maaşlı işçiler açıkça baskındır. İşgücünün yaklaşık%3’ü kamu sektöründe istihdam edilmektedir. Hizmet, ticaret, finans, profesyonel hizmetler, idare ve kamu sektörünü içeren geniş bir kategori olup,%45’in üzerinde istihdam sağlamaktadır. İmalat, resmi işgücünün%25-30’unu oluşturur ve Endonezya kapitalizminin itici gücüdür. Tarım, ülke için çok önemli olmasına rağmen, sözleşmeli maaşlı işçilerin %15’inden azını oluşturur. Son olarak,%5-7’si inşaat sektöründe istihdam edilmektedir. Kalan yüzde ise madencilik, ulaştırma ve kamu hizmetleri arasında dağılmıştır.
Sendika yapısı oldukça parçalıdır, ancak örgütlü işçilerin çoğunluğunu temsil eden birkaç büyük konfederasyon bulunmaktadır. Bölgedeki diğer ülkelerden farklı olarak, sendikaların siyasi partilerle olan bağları daha az yakın ve resmi olup, daha çok geçici koalisyonlarla ilişkililerdir. KSPI (Konfederasi Serikat Pekerja Indonesia), çoğunluğu madencilik ve imalat sektöründe olmak üzere tahmini 2 milyon üyesi ile en büyük konfederasyonlardan biridir. En eski konfederasyonlardan biri olan KSPSI (Konfederasi Serikat Pekerja Seluruh Indonesia), yaklaşık 1,5 milyon üyeye sahiptir.
Ancak, Endonezyalı işçilerin büyük
çoğunluğu, özellikle de devasa kayıt dışı sektörde
çalışanlar, herhangi bir sendikaya üye değildir.
Sanayi
ve Ticaret
Endonezya’nın sanayi üretimi, büyük küresel güçlerin üretimiyle karşılaştırılamaz. Ancak, istikrarlı büyümesi, onu Güneydoğu Asya’nın kapitalist ekonomileri arasında önde gelen bir oyuncu haline getirmiştir.
Son beş yılda, imalat ve madencilik sektörleri Covid-19 salgını nedeniyle dengesiz bir büyüme yaşamış, ancak güçlü bir direnç göstermiştir: 2020’de daraldıktan sonra, üretim iç talep ve yabancı yatırımların etkisiyle yeniden büyümeye başlamıştır. Son beş yılda ortalama sanayi üretimi büyümesi%4,3 civarında olmuştur.
Sanayi, özellikle Endonezya’nın dünyanın önde gelen üreticisi olduğu nikelin çıkarılması ve işlenmesine dayanmaktadır, ancak diğer önemli sektörler arasında ihracata yönelik tekstil ve giyim ile artan yabancı yatırımların desteğiyle hızla büyüyen otomobil ve elektronik gibi diğer sektörler bulunmaktadır.
Ticaret dengesi, büyük ölçüde maden ve tarım ürünleri ihracatı sayesinde son yıllarda fazla vermiştir: kömür, palmiye yağı, nikel ve türevleri ve doğal kauçuk. İmalat ürünleri arasında elektronik ekipman, makine, tekstil ve giyim bulunmaktadır. İthalat, sermaye malları, endüstriyel makineler, araçlar, elektronik ekipman ve bileşenler; kimyasallar ve plastikler gibi ara ürünler; elektronik, ilaç ve gıda gibi tüketim mallarını içermektedir.
Çin, hem ihracat hem de ithalat açısından en büyük ticaret ortağıdır. Çin’in başlıca yatırımları, Jakarta-Bandung yüksek hızlı demiryolu gibi altyapı projeleri ve madencilik sektörü, özellikle nikel alanına yöneliktir.
Bunu, özellikle ihracat
açısından önemli olan Amerika Birleşik Devletleri izlemektedir.
Japonya enerji ve maden ürünleri satın almaktadır. Singapur,
ticaret ve yatırım için önemli bir merkezdir.
Endonezya
Burjuva Hükümeti ve Sermayenin İhtiyaçları
Mevcut hükümet, 20 Ekim 2024’te göreve başlayan ve iki dönem görev yapan mobilya sektöründeki girişimci Joko Widodo’nun yerine geçen Cumhurbaşkanı Prabowo Subianto tarafından yönetilmektedir. Eski savunma bakanı olan Prabowo’nun, ordunun ve eski “diktatör” Suharto’nun ailesiyle bağları vardır ve Suharto’nun emrinde özel kuvvetleri komuta etmiştir. Prabowo şu anda açıkça milliyetçi ve muhafazakar olan Büyük Endonezya Hareketi Partisi’nin lideridir. Ancak son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, İşçi Partisi de dahil olmak üzere ülkenin neredeyse tüm siyasi partilerini içeren ve 580 parlamento sandalyesinin 470’ini kontrol eden geniş bir parlamento koalisyonu olan Gelişmiş Endonezya Koalisyonu Plus’ı kurarak ezici bir zafer elde etti.
Vergi gelirlerini artırmada başarısız olan hükümet, harcamalarda yaklaşık %20’lik bir kesinti yapacağını açıkladı. Bu tasarrufların yaklaşık yarısı, 20 milyar dolar, Endonezya burjuvazisi tarafından dış finansman sağlamak için kurulan yeni bir yatırım aracı olan Danantara adlı devlet fonuna aktarılacak. Yaklaşık 900 milyar dolarlık devasa varlık tabanıyla, Suudi Arabistan’ın PIF ve Singapur’un Temasek fonlarını geride bırakarak dünyanın dördüncü büyük devlet fonu konumunda.
Subianto, seçim kampanyası sırasında ekonomiyi canlandırmayı ve beş yıl içinde %8 büyüme hedeflemesini vaat etti. Amaç, yatırım çekmek ve Endonezya’yı Güneydoğu Asya’nın en büyük ekonomisi haline getirmektir. Ancak Dünya Bankası, Endonezya ekonomisinin 2027 yılına kadar yaklaşık%4,8 büyüyeceğini tahmin ediyor.
Buna
ek olarak, Trump yönetiminin Endonezya ürünlerine uyguladığı
%19’luk gümrük vergileri, elektronik, tekstil ve tarım gibi önemli
sektörleri sert bir şekilde vurarak potansiyel yatırımcıların
isteksizliğini artırdı.
Artan Proleterleşme ve
Kentleşme
Son yıllarda Endonezya, kırsal alanlardan kentsel alanlara doğru istikrarlı ve önemli bir nüfus akışı yaşadı. Bu göçmenlerin çoğu, kardeşler arasında bölünmüş arazilerin ailelerini geçindirmek için çok küçük olması nedeniyle toprağını terk eden küçük çiftçi ailelerinden gelen gençlerdir. Günümüzde küçük çiftçiler, büyük ölçekli tarımla rekabet edememekte ve gübre ve tohum maliyetleriyle başa çıkamamaktadır. Buna ek olarak, tarım ürünlerinin (pirinç, kahve ve palmiye yağı) fiyatları genellikle dalgalıdır, bu da çiftçilerin gelirlerini belirsiz hale getirmektedir.
Bununla birlikte, kapitalizm tarafından ihmal edilen kırsal alanlarda genellikle sağlık hizmetleri, temel hizmetler, eğitime erişim ve sıklıkla içme suyu da eksiktir.
Bu nedenle, bölgedeki birçok ülkede yaygın bir dinamik, düşük ve geçici de olsa sabit bir maaş arayışıyla büyük “ışıltılı” metropollere göç etmektir. Kentsel nüfus hızla artmaktadır: 1950’lerde Endonezya nüfusunun%15’inden azı şehirlerde yaşarken, bugün bu oran%50’nin üzerindedir ve bu eğilim artmaya devam etmektedir. Bu durum, Endonezya’nın ekonomik yapısının kendi kendine yeten üretimden merkantilizm ve emek satışına dayalı artı değer elde etmeye doğru evrimleştiğini yansıtmaktadır.
Ancak bu şehirler, diğer proleterlerle
paylaşılan pahalı ve güvencesiz konutlar sunmaktadır. Herkes
resmi bir iş bulamıyor ve çoğu kişi en iyi ihtimalle geniş
gayri resmi sektörde çalışmaya başlıyor: gündelik işçiler,
teslimatçılar, sokak satıcıları, ücretle yaşamalarına rağmen
sosyal koruma veya iş güvencesi olmayan büyük bir işçi kitlesi.
Diğerleri ise büyük şehirlerden çok uzak olmayan kırsal
bölgelere dönerek tarlalarda işçi olarak çalışmaya
başlıyor.
Sokaklarda Öfke Patlak Veriyor
Bu arka plana karşı, birkaç yıldır, öğrenciler, işsizler ve güvencesiz gençlerden oluşan, sınıflar arası farklılıkların olduğu bir hareket, hükümetin politikasına karşı çıkmaya başladı. Ekonomik büyümeye rağmen istikrarlı bir iş bulamayan ve sermaye dünyasının onlara sadece sefalet, sömürü ve savaş sunabileceğini içgüdüsel olarak anlayan bu yeni nesiller arasında hayal kırıklığı ve öfke büyüyor.
“Indonesia Gelap” (Karanlık Endonezya) gibi gençlik hareketlerinin önderlik ettiği protesto dalgası, yeni cumhurbaşkanının göreve başlamasının hemen ardından bir yıl önce başladı. Protestocular, artan vergiler, iş güvencesizliği, adam kayırma ve polis şiddetinden şikayet ettiler. Protestocular, belirli bir miktar belirtilmeden ücretlerin artırılmasını, yerli toplulukların korunmasını ve memur maaşlarının daha şeffaf olmasını talep ettiler.
Şubat ayında, on binlerce protestocu, eğitim, sağlık ve kamu hizmetleri alanlarında sosyal devletin ciddi kesintilerini içeren hükümetin yeni kemer sıkma önlemlerini protesto etmek için başkentte sokaklara döküldü.
25 Ağustos’tan bu yana, daha önce çoğunlukla Cakarta’da düzenlenen gösteriler, ülkenin tüm bölgelerine yayıldı ve eşi görülmemiş bir dalgaya dönüştü. Bu dalga, 580 milletvekiline kira giderlerini karşılamak için 50 milyon rupi (3.000 dolar) tutarında bir ikramiye verilmesi ile tetiklendi. Ortalama maaşı 4 milyon rupi (yaklaşık 250 dolar) olan işçiler için bu ikramiye kabul edilmesi zor bir durumdu.
Cakarta’da, büyük gösteriler şehrin ana caddelerinde yürüyüş yaptı. Polis, göstericilere tazyikli su ve göz yaşartıcı gazla, hatta ateşli silahlarla saldırdı. Göstericiler, parlamento binası da dahil olmak üzere kamu binalarını ateşe verdi.
28 Ağustos’ta, birkaç sendika genel grev çağrısı yaptı. Güçlerini birleştirdiklerini söylemek daha doğru olur: Endonezya’da genel grevler sadece maaşlı işçileri değil, diğer sosyal sınıfları da kapsar.
İşçi örgütlerinin talepleri arasında, 2020’de onaylanan, işten çıkarmaları kolaylaştıran ve asgari ücreti fiilen düşüren Omnibus İş Kanunu’nun (İş Yaratma Kanunu) geri çekilmesi de vardı. Grevler Cakarta’da olduğu kadar, fabrikaların yoğun olduğu Bekasi, Karawang ve Tangerang gibi önemli sanayi bölgelerinde de gerçekleşti.
Birkaç gün sonra Subianto, konut ödeneklerini iptal etmek ve milletvekillerinin yurtdışı seyahatlerini askıya almak zorunda kaldı. Ancak, ayaklanmalardan sorumlu olanları cezalandırmak için gecikmeyeceğini belirtti.
29 Ağustos’ta bir gösteri sırasında, 20 yaşındaki bir teslimatçı, iş başında iken bir polis zırhlı aracı tarafından çarpılarak öldürüldü. Sosyal medyada yaygın olarak paylaşılan olayın videosu, ulusal öfkeyi körükledi. Sosyal ağlar bilgi ve örgütlenme aracı olarak kullanıldı ve birçok işçi kötü yaşam ve çalışma koşullarını kınayarak grev ve eylem çağrısında bulundu. Hükümet, ağı kısıtlamak veya devre dışı bırakmak konusunda tereddüt etmedi.
Takip eden günlerde, polisle yaşanan çatışmalar dalgası diğer protestocuların ölümüne yol açtı. Sulawesi adasındaki Makassar’da öfkeli bir kalabalık yerel parlamentoyu ateşe verdi ve içerideki üç kişiyi öldürdü. Orta Java’daki Pekalongan ve Batı Cava’daki Cirebon parlamentoları da ateşe verildi ve yağmalandı. Eylemler, polis merkezinin hedef alındığı ünlü turizm merkezi Bali’de bile gerçekleşti.
Ölü sayısı hızla sekize yükseldi. Tutuklananların sayısını belirlemek zor, ancak çeşitli kaynaklar sadece Cakarta’da binlerce kişinin gözaltına alındığını ve toplamda üç binden fazla kişinin tutuklandığını belirtiyor.
Gösteriler birkaç gün daha devam etti,
sonra yavaş yavaş sakinleşti ve ülke görünürde geçici bir
normale döndü.
Tek Umut Komünizm
Protestolar, halkın maddi koşullarından kaynaklanan derin acı ve hoşnutsuzluğun bir ifadesidir. Ekonomi büyümeye devam etse de, işçiler ücretlerinin satın alma gücünde bir bozulma yaşarken, sosyal eşitsizlikler daha da aşırı hale gelmektedir.
Giderek daha fazla genç işçi, haklarından mahrum bırakılarak, genç Endonezya kapitalizminin esnekliğini ve ihtiyaçlarını sağlamak için vazgeçilmez piyonlar olarak aşırı sömürülüyor. Bir milyon üniversite mezunu ve 1,6 milyon meslek okulu mezunu işsiz. Son gösterilerin merkezinde yer alan bu gençler, burjuva siyasete ve rejimin sendikalarına genel bir güvensizlik duyuyor ve kapitalist toplumun geleceğine ilişkin hayal kırıklıkları giderek artıyor.
Komünizm ve devrim için verimli bir zemin oluşturan bu senaryoda, işçi sınıfı ön plana çıkmalı, resmi örgütlerinde varlığını göstermeli ve kendi burjuvazisine karşı disiplinli ve merkezi bir mücadeleye açıkça girişmelidir. Endonezya’da da birçok işçi, genellikle koordine olmayan bir şekilde ayaklanmaya katıldı ve grevler yapıldı. Ancak sendika federasyonları bu görevin üstesinden gelemediler, sınıflar arası hareketi pasif bir şekilde takip ettiler ve samimi ve ortak sınıf talepleriyle genel grev çağrısı yapmadılar. Savunmalarını dayatmak için işçiler, tek gerçek etkili silahları olan grevi kullanmak için bu sendikaların liderliğini ele geçirmek veya gerekirse sendikaların dışında ve onlara karşı örgütlenmek zorunda kalacaklar.
Oportünist partilerden ve rejim
sendikalarından kurtulan işçi hareketi, Komünist Partisi’nin
ifade ettiği sınıf programını tanıyacaktır. Ardından,
mücadelesinin liderliğini taviz vermeden kendi eline alacaktır.
Böylelikle, küçük çiftçiler ve güvencesiz gençler de dahil
olmak üzere tüm ezilenler tarafından, kapitalist rejimin giderek
canavarca hale gelen barbarlığına karşı intikam dolu bir yarın
hedeflediği kabul edilecektir.
Fransız halkı bir kez daha sokaklara döküldü ve yaz tatilinin sona ermesinden sonra protestolar ve ayaklanmalar hız kesmeden devam ediyor. Eylül ayından Ekim ayı başına kadar üç önemli grev tarihi belirlendi: 10 ve 18 Eylül ile 2 Ekim.
Macron’un neoliberal rejimi altında Covid-19 salgınının başlangıcından bu yana Fransa, bir dizi siyasi ve ekonomik kriz yaşadı. Fransa, Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşla gelişen bağlamda kendini silahlandırmaya çalışırken, devlet bütçesinin artan açığını ve borcunu kontrol etmek için ciddi kemer sıkma politikaları izliyor. Ve elbette, tüm bu kemer sıkma önlemleri öncelikle kamu harcamalarını etkiliyor: eğitim, sağlık ve ulaşım.
Bu politikaları izleyen La Renaissance siyasi bloğu, kötü şöhretli 49.3. maddeye başvurmadan yasalar çıkaramadığı için parlamentoda her geçen gün güç kaybediyor. Hükümetler kısa ömürlü oluyor. Front National’ın 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde zafer kazanmasının ardından Macron parlamentoyu feshetti. Ardından yapılan seçimlerin ardından, çoğunluk partisi La France Insoumise’ye (LFI) hükümet kurma yetkisi vermeyi reddetti ve protestolara yol açtı. İktidarda olanlar ve onları kontrol eden kapitalistler için kârlarını korumak amacıyla bütçeyi geçirmek hayati önem taşıyor olsa da, parlamentoda tek başlarına çoğunluğa sahip değiller ve koalisyon kuramıyorlar. Sonuçta ortaya çıkan hükümet krizi nedeniyle, son 18 ayda üç başbakan değişti.
Bugün, refah devletinin zayıfladığı ve çeşitli siyasi manevralarla devlet yardımlarını ve kamu politikalarını kesme girişimlerinin sürdüğü bir Fransa görüyoruz. Eğitim ve sağlık bütçeleri büyük ölçüde azaltıldı, bu da öğretmen ve personel eksikliğine, aşırı kalabalıklaşmaya ve hizmet kesintilerine neden oldu. Ulaştırma sektörü özelleştirildi, birçok bölgesel hat kapatılıyor ve diğer şirketlerle rekabet nedeniyle bilet fiyatları yükseliyor.
Ülkenin göçmenler tarafından istila edildiğini iddia eden Front National’ın demagojisine yanıt olarak, göçmen karşıtı yasalar ve politikalar öne çıkıyor; İçişleri Bakanı, sosyal medyada vize ve sığınma başvurularındaki azalmayı övünerek duyurdu.
Konut sorunu yıllardır devam etmekte ve kâr ve kira amaçlı özel inşaatlar sosyal konutları yıkıp yerine lüks konutlar inşa ederek yoksul işçi sınıfı topluluklarını şehirlerden uzaklaştırdığı için daha da kötüleşmektedir.
Ancak zenginler vergilendirilmemekte, vergi kaçakçıları affedilmekte veya indirim almaktadır.
Ordu, polis ve jandarma en son teknolojiyle donatılmış ve askeri şirketlerle birlikte tüm dünyada ürünlerini sergiliyor ve satıyor. Her şeyi özelleştiren, tekelleştiren ve yutan şirketlerin yoğunlaşması devam ediyor.
Bakan Bayrou’nun tatil günlerinin azaltılması ve kemer sıkma önlemlerinin artırılması önerisiyle bir kriz yaşandı. Ağustos sonunda işçiler, hem sendikalar aracılığıyla hem de bireysel olarak sokağa çıkmaya karar verdi. Bu, sonbahar eylemlerinin başlangıcı oldu.İlk hamle bu bağımsız halk hareketi tarafından yapıldı. Sendika liderleri mesafeli davrandılar, ancak sonunda, tüm güçleriyle olmasa da, Eylül’ün ilk haftasında ilk grevleri ilan ettiler.
İlk olarak, 8 Eylül’de Bayrou, güven oylamasını kaybettikten sonra istifa etti. Takip eden günlerde, Cumhurbaşkanı Macron, onu Ulusal Cephe’ye yakın eski Savunma Bakanı Sébastien Lecornu ile değiştirdi.
İki gün sonra, Gilets Jaunes (Sarı Yelekliler) hareketinden esinlenerek ilk “Bloquons-tout” (Her şeyi bloke edelim) hareketi başladı. Bu hareket mahallelerde organize olan ve anarşistlerden sosyalistlere ve sosyal demokratlara kadar farklı ideolojilerden beslenen bir harekettir, ancak sendikaların dışında olduklarını ve tarafsız kaldıklarını iddia ederler. Devlet üzerinde baskı uygulayabilecek bir “halk gücü” oluşturmak için partiler ve sendikalarınkinden “farklı taktikler” benimsemek istiyorlar: yollar ve otoyollar, kavşaklar, tren ve metro istasyonları gibi ülke çapındaki stratejik noktaları bloke etmek.
10 Eylül sabahı erken saatlerde, sendika veya geçici gruplar trafiği engelleme girişimlerine başladı. Küçük gruplar hareket ederek kısa süreli engellemeler yaparken, daha büyük gruplar belirli noktaları daha uzun süre engelledi. Aynı zamanda, toplulukların yaşadığı mahallelerde, grevciler pazarları, kantinleri ve benzeri kamusal alanları engelledi. Polis, şehirlerde kediyle fare oyunu oynayan gruplarla hareketi bastırmaya çalıştı. Topluluklardaki bazı toplantılar göz yaşartıcı gaz ve ses bombalarıyla dağıtıldı.
Polis şiddetine bağlı tutuklama ve yaralanma sayısı Paris, Marsilya ve Lyon’da özellikle yüksekti ve son dönemdeki örnekleri aştı. Günün sonunda, her şehirdeki çeşitli gruplar, sendikalarla da koordineli olarak eylem komiteleri kurarak hareketi sürdürmek için düzenli olarak toplanmaya karar verdiler.
Halk hareketi, Ekim ayında da eylemlerine ve toplantılarına devam etti, ancak daha az bir coşkuyla. Mahalle ve sınıf temelli gruplar kesişiyor, iletişim kuruyor ve bazen koordinasyon sağlıyor.
Elbette tüm bunların sınırları var: karışık sosyal taban, örgütlenme eksikliği ve siyasi yönelim eksikliği, reformist, popülist ve radikal illüzyonların sınıf taleplerine üstün gelmesine neden oluyor. Bireysel temel ve meclis mekanizması, herhangi bir eylem kararı alınıp alınmamasını çok yavaşlatıyor, hatta imkansız hale getiriyor ve her şey ademimerkeziyetçi ve spontan kalıyor.
18 Eylül de bu çizgide devam etti. Ancak, sendikalar tarafından organize edilen grevler ve grev gözcüleri de buna katıldı ve bu da daha sendikalı ve sınıf bilincine sahip bir kalabalığı içeriyordu. Ablukalar sabah grevler ve işyeri işgalleriyle ve giderek artan sayıda diğer sendikaların katılımıyla başladı ve öğleden sonra gösterilere ve birleşik yürüyüşlere dönüştü.
Polis de aynı şekilde müdahale etti, biber gazına, ses bombalarına ve tutuklamalara yoğun bir şekilde başvuruldu.
Grev, işçi sınıfının mevcut koşullara tepkisini açıkça gösterirken, sendikal hareketin eksikliklerini de ortaya çıkardı. Sendikaların bakana gönderdiği mektubun bir ültimatom olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği konusundaki tartışma, sendikanın tabanı ile liderliği arasında bir uçurum olduğunu ortaya çıkardı. İşçilerin eylem arzusu, liderlerin uzlaşmacı ve reformist yaklaşımıyla çatışıyor ve hareket, sendikanın kendi iç dinamikleri tarafından bastırılma riskiyle karşı karşıya. Grevlerin başarısı, işçi sınıfının örgütlenmesinin ve taleplerinin ne kadar önemli olduğunu gösterse de, reformizm ve Avrupa’daki mevcut örgütlerin rejim sendikalarına dönüşmesi, sınıf mücadelesi için ciddi bir sorun teşkil ediyor.
Eylül sonunda Lecornu ile yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine, 2 Ekim için yeni bir grev günü ilan edildi. Sendikanın talepleri, İsrail ordusunun Filistin’e giden Sumud filosunu ele geçirmesinin yol açtığı Avrupa çapındaki protestolarla birleşince, 18 Eylül’deki kadar kitlesel olmasa da, Fransa genelinde işçi sınıfının önemli bir kesimini sokaklara dökmeyi başardı. İşçi sınıfı, hem haklarını savunmak hem de emperyalist savaşı reddetmek için sokaklara döküldü.
Ancak hükümet geri adım atmayı reddediyor ve tüm muhalefeti şiddetle bastırmaya çalışıyor. Baskıcı kapitalizme direnmek için, işçi sınıfının kendi örgütünde, militan sınıf temelli sendikalarda birleşmesi şarttır.Ancak yaşam ve özgürlük mücadelesi için, Enternasyonal Komünist Partisi’nin liderliğine ihtiyaçları var. Kolektif bir tarihsel ve bilimsel program olmadan, ayaklanmalar işçi kitlelerinin taleplerinin karşılanacağını garanti edemez.
Fransa’daki mevcut sınıflar arası mücadelede bile, işçi kitleleri, ezilen,
sömürülen, bölünen, dışlanan ve yok edilen kapitalist sistemi ortadan kaldırmak
için, kendi partileri etrafında, sermayenin sömürücü düzenine karşı mücadeleye
hazırlanmalıdır.
Devrimci komünizm programı, ulusal egoizm, yok etme ve yıkımın vahşi yüzünü gösteren ölümcül krizdeki kapitalizme karşı çıkmaktadır.
2020’den beri genel parti toplantıları video konferans yoluyla yapılmaktadır; sadece şubelerimizin olduğu yerlerde yoldaşlar yerel parti merkezlerinden toplantıları birlikte takip etmektedir. Bu, bazı bölgelerde sabahın erken saatlerinde, diğer bölgelerde ise gece geç saatlerde bağlantı kurmamız gerektiği anlamına geliyor.
Dil engelini aşmak için, şubelerin ve örgütlerin raporlarının çevirilerini ve raporların metinlerini İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak önceden hazırlayıp herkesin erişimine sunuyoruz. Yoldaşların doğaçlama yorumları ise anında tercüme ediliyor.
Her zamanki gibi, genel toplantılarımızın atmosferi kardeşçe, işbirliğine dayalı ve herkesin bağlılığı ve sıkı çalışmasına büyük saygı ile şekilleniyor. Toplantı, partinin ve devrimin iyiliğini burjuva kişiselciliği ve entelektüelciliğin sefaletinin çok üstünde tutan komünistler arasında düzenli ve verimli bir şekilde gerçekleşiyor; hareketimizde bu sefaletten kurtulduğumuz için her zaman memnuniyet duyuyoruz.
Böylece özgürleşmiş olarak, yolunu açmaya yardımcı olmanın mutluluğunu ve memnuniyetini yaşadığımız komünizmin tadını çıkarıyoruz.
Her zamanki gibi, genel toplantın iki görevi vardır: biri araştırmalar ve pratik faaliyetlerle ilgili, ikisi birbirine katı bir şekilde zıt değil; diğeri ise sonuçlar ve bunlar üzerine genel düşüncelerle ilgili. İlk oturumu, partinin çeşitli faaliyetlerini ortak bir anlayış ve değerlendirme içinde bir araya getirmeye, kaydedilen ilerlemeleri ve karşılaşılan zorlukları listelemeye ayırıyoruz; ikinci oturum ise, bireysel yoldaşlar veya küçk gruplar tarafından incelenmesi ve derinlemesine analiz edilmesi için görevlendirilen çeşitli konulardaki raporların sunumuna ayrılmıştır.
Ele alınan konular şunlardı:
- Devletlerin yeniden silahlanması.
- Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş.
- Filistin ve İsrail proletaryasının İsrail Devleti ve Hamas’a karşı ilk
yenilgici tavrı.
- Hindistan-Pakistan çatışması.
- Sermayenin krizi ve petrol için rekabet.
- Kızıl Sendikalar Enternasyonali.
- Amerika Birleşik Devletleri’nde ırk, sınıf ve tarım sorunu. Kölelik ve burjuva
dünyasının yükselişi, 2. bölüm.
- Kapitalizmde yabancılaşma, nesneleştirme ve insan ilişkilerinin krizi: seks ve
aşk.
- Osmanlı sosyalizminin sol kanadı ve Türkiye Komünist Partisi belgeleri, 5.
bölüm.
- Burkina Faso’da işçi sınıfı, 3. bölüm.
- Alman kapitalizminde yaşanan olaylar.
- Kuzey Amerika’da parti faaliyetleri.
Bölüm I
Her taraftan, ‘ahlaksızlığın yaygın olduğu’ bir çağda yaşadığımız söyleniyor.
Bu, toplumun ölüme mahkum olduğu anlamına gelir. Tüm sınıflı toplumlar, tarih boyunca ahlaki bir fikrin, yani insanların pratik yaşamını düzenleyen bir dizi kuralın taşıyıcıları olarak ortaya çıkmıştır.
Toplumlar “ahlaksız” hale geldiğinde, bunun nedeni, okul, kilise, polis ve edebiyat aracılığıyla egemen ahlakın koruyucusu ve bekçisi olan egemen sınıfın, sömürülen kitlelere aşılanan ve zorlayıcı yöntemlerle savunulan etik ilkelerin, toplumun ekonomik ve sosyal temellerini baltalayan aşındırıcı güçleri engelleyemediğini fark etmesidir. O andan itibaren, egemen sınıf kendi ahlaki emirlerine kesin olarak inanmayı bırakır ya da artık inanmaz. Bunların yararsız olduğunu, yalnızca yolsuzluk ve şiddetin kullanılmasıyla hesaplaşma gününün önlenebileceğini fark eder. Kısacası, ahlaksız hale gelir, yani kendi ahlaki teorilerine aykırı bir yaşam sürmeye başlar.
Bir toplumun parçalanması her şeyden önce egemen sınıf içinde başlar ve ahlaki çürüme olarak kendini gösterir. Bu, yozlaşma sürecinin kapalı bir fikir dünyasında gerçekleştiği anlamına gelmez. Aksine, ekonomik evrim sosyal gerçekliği derinden değiştirdiği için, daha önce pratik faaliyetleri yöneten ahlaki kuralların yetersiz kaldığı ortaya çıkar. Cinsel ahlakı, yani burjuva toplumunda cinsiyetler arasındaki ilişkileri düzenleyen gelenekler ve ahlaki kurallar bütününü ele alalım.
Burjuva Ailesi Krizde
Burjuva toplumsal örgütünün temeli, tek eşli evliliğe dayanan ailedir.
18. yüzyılın altın yaldızlı Versay Sarayı’nda eğlenen feodal aristokrasiye karşı ideolojik mücadelede, o dönemin devrimci burjuvazisi soyluların ahlaksızlığına karşı şiddetle çıkıştı ve kendini ailenin yenilenmesinin ve evliliğin kutsallığının habercisi olarak sundu; Casanova ve De Sade gibi kişilerin yatak odası tuzaklarına ve cinsel sapkınlıklarına karşı, yüzyıllar önce katakomplardaki Hıristiyanları Roma patriklerinin sefahatini lanetlemeye iten aynı kutsal öfkeyi dile getirdi. Kısacası, burjuvazi, cinsel perhizden alaycı bir şekilde uzak duran feodal aristokrasiye karşı, Erdem’in vücut bulmuş hali olarak ayaklandı. Nitekim, eski rejimin aynı yozlaşmış temsilcilerinin kurtarıcısı olarak, Georges Ohnet ve Octave Feuillet’nin karakterlerinde kendilerini kibirli bir şekilde yansıtıyorlardı.
Peki, ölçülü, püriten ve kral katili Üçüncü Zümre’nin torunları nerede? Orjideler. Yöneten sınıfların ahlaki çürümesinin, normalde, özellikle de “günahkar” olan belirli eylemleri, tabiri caizse, mümkün olduğunca kamuoyuna duyurma eğiliminde kendini göstermesi kesinlikle bir tesadüf değildir.
Yöneten sınıfın evriminde belirli bir aşamada, orjiler ortaya çıkar. Ancak tarihsel deneyimler, bu tür bir eğlence biçiminin ortaya çıktığı zaman, devrimin kapıda olduğunu öğretir. Ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Orji modası, egemen sınıf ölüm çanlarının sesini duyduğunda patlar. Babil lordlarının ziyafetlerinin yapıldığı yeri ölüm sembolleriyle süslemeyi sevmeleri tesadüf değildir. Çılgın orji severler, Geç İmparatorluk döneminin patrikleri, on sekizinci yüzyılın pudralı aristokratları, Rasputin’in etrafında toplanan Rus soylularıydı. Toplumun parçalanmasını ve yıkımını durdurmak için kendi güçsüzlüklerinin bilinci, egemen sınıfı devrimin uyandırdığı korkuya karşı mazoşist bir şekilde intikam almaya itiyor. Çılgın eğlence, korku ve umutsuzluğa karşı panzehirdir.
Ancak, antik çağın Trimalçiovari akşam yemeklerinin düzenleyicilerine, on sekizinci yüzyılın pudralı züppelerine ve zarif hanımlarına haksızlık etmemeliyiz.
Eğer dirilebilselerdi, burjuva orgazmının iğrenç manzarasına karşı kesinlikle büyük bir tiksinti duyarlardı. Dükkâncı ruhu, pis paranın sayacı, burjuvayı terk etmez, varoluşsal umutsuzluğun kahramanı gibi poz verse bile. Her iki cinsiyetin bir araya geldiği yerler, Ademi kostümü veya pembe baleler zorunlu olduğu için, bir mil öteden genelev gibi kokuyor olmalıdır. Zenginlerimizin ahlaksızlığını fuhuştan ayırmak da pratik olarak mümkün değildir.
Günah işleyen burjuva, kuralları çiğnemenin kendisine ne kadara mal olacağını çok iyi bilir... banknotlar olarak.
Eğer egemen sınıf kendi cinsel ahlakını ayaklar altına alırsa, entelektüel uşakları da onu takip eder. Bu nedenle pornografi edebiyatı, sanatı, basını ve sinemayı istila etmiştir. Bir zamanlar gerçek tabular olan ahlaki ilkeler: kızların bekareti, evli kadınların iffeti, kocaların dikkatli gözetimi, artık basının, özellikle de kadın okuyuculara yönelik basının en sevdiği hedef haline gelmiştir. Aşk konusunda puritan bir katılık, Robespierre ve Cromwell’in torunlarını gülümsetmektedir. Sadece cinsiyetler arası ilişkilerde değil, aynı cinsiyet içinde de “bırakınız yapsınlar” durumundayız.
Zina eden kadınlar artık sansürcülerin ateşli eleştirilerine maruz kalmıyor. Elbette, Roma’lı bir soylu kadının durumunda olduğu gibi, ani bir eşcinsel tutkuyu tatmin etmek için meşru eşini terk edenler hâlâ suçlanıyor; ancak tutku suçu, eski Büyük Yunanistan (Güney İtalya) halkları arasında hâlâ moda olan namus suçu bir yana, en büyük barbarlık olarak damgalanıyor... Egemen sınıf ise seks partilerini evrenselleştirme eğiliminde.
Bütün bunlar tesadüfen olmuyor, kapitalizmin ekonomik ve sosyal evrimi, burjuva cinsel ahlakının karşılık geldiği kurum olan evliliğin temellerini sarsmış olduğu için oluyor.
Tek eşli evlilik, bilindiği gibi, münhasıran burjuva bir sosyal kurum değildir. Kapitalizm, bu konuda da belirgin olan sınıflı toplum niteliğini feodalizmden miras almıştır, feodalizm de onu klasik antik dönemden miras almıştır. Ancak tarih, tek eşli evliliğin kapitalizm altında parçalandığını söyleyecektir. Komünizm kesinlikle onu miras alamayacaktır: ölüleri miras alamazsınız. En fazla, burjuva ikiyüzlülüğünün, orjilerin ve evrensel fuhuş burjuvazisinin düzenlemeyi reddettiği ölüm belgesini düzenlemek zorunda kalacaktır.
Tek eşli evliliğin korunması için gerekli bir koşul, kadının erkeğe tabi olmasıydı. Bu, tek geçim kaynağı olarak eşine ve çocuklarına soyadını verme hakkını veren kocanın ayrıcalığıyla kendini sürdürdü. Kadının kendi geçimini sağlayamaması, onu neredeyse kaçması imkânsız olan bir alçak konumuna düşürdü. Ancak kapitalizm, gelişiminin belirli bir aşamasında, asırlık bu bağımlılık ilişkisini kırmak zorunda kaldı. Heyhat, bunu ahlaki bir ideal nedeniyle yapmadı. Kesinlikle hayır. Kadınların üretim sürecine dahil edilmesi, kaçınılmaz bir ekonomik zorunluluktan kaynaklandı. Kâr yarışı, kitlesel üretime (ve tüketime) ve dolayısıyla işgücünün artmasına yol açtı. Bir zamanlar erkeklerin münhasır görevi olan ev dışı emek, önce alt sınıflardan kadınları evlerinin dışına çekmeye başladı.
Uzun bir süre orta sınıflar, kızlarını veya eşlerini bir dükkân tezgâhının veya ofis masasının arkasına çalışmaya göndermeyi onursuz, ya da en azından uygunsuz bir şey olarak gördüler. Sonra orta tabakanın ezilmesi süreci, küçük burjuva hane halklarını “modernleşmeye”, yani sermayenin despotik gücüne boyun eğmeye zorladı. Bugün, kapitalist ülkelerde, kadın emeğinin, hem el emeği hem de entelektüel emeğin, ev işlerine geri gönderilmesi durumunda, üretim sürecinin kesinlikle aksayacağı ve bazı sektörlerde hatta felç olacağı noktaya geldiğimizi söylemeye gerek yok.
Burjuvazinin aydınlanmış zihinleri ve onları aptalca taklit eden sözde sosyalist oportünistler, karı koca eşit derecede “bağımsız” olan modern aileyi övmekten geri kalmazlar. Ancak işçi-eş ve işçi-anne kimliklerinin işçi-kadın içinde uzlaşmaya varamayacağı tartışılmaz bir gerçektir. Başka türlü de olamaz. Sekiz saat çalışmak zorunda olan, neredeyse her zaman zahmetli ve düşük ücretli işler yapan bir kadının evine dönüp ağır ev işlerini üstlenmesini beklemek saçmadır. Çalışan kadının anne olarak görevlerini ihmal etmesi kaçınılmazdır. Ancak çocuk yetiştirmeye yeterince önem vermemek, şüphesiz toplumsal zarara yol açar. Öte yandan, kadının kazandığı daha büyük hareket özgürlüğü, onu kaçınılmaz olarak Müslüman harem sakinlerinin zihniyetinden uzaklaştırır. Bu da, zina yapmasa bile, bir eş olarak görevlerini yerine getirmesini zorlaştırır.
Bu, kadınların ev içi kölelikten kurtulmasının, gerici dar görüşlülerin iddia ettiği gibi yozlaşmanın kaynağı olduğu anlamına gelmez. Bu sadece, kapitalizm altında emeğin hem kadını hem de erkeği köleleştirdiği anlamına gelir. Dahası, kadının üretim sürecine girmesi, kadının erkeğe tabi olmasının sonunu getirmez. Kadınların ev dışı çalışma hakkını elde etmeleri, evliliği krize soktu, ancak ne erkekleri ne de kadınları cinsel yaşamlarını zorlaştıran ağır kısıtlamalardan kurtardı.
Kapitalizm tek eşli evliliği yok etti. Bu kurum resmi olarak hayatta kalsa bile, tarihsel temeli giderek çöküyor. Kadın emeği, annelikle ilgili geçici engeller dışında, kadının herhangi bir üretici faaliyette erkeğin yerini başarıyla alabileceğini kanıtlamıştır. Bir zamanlar, kadının sadece savaşa katılmasına izin verilmediğine inanılıyordu. Ancak bugün bu aşırı sınırlama da ortadan kalkmıştır. Erkekler gibi kadınlar da ekonomik mallar üretmenin yanı sıra, insanları öldürmeyi de öğrenmiştir. Daha ne istenebilir ki?
Kapitalizm, durdurulamaz bir şekilde uçuruma doğru koşarken, resmi olarak geçerli olan cinsel ahlakın artık uymadığı bir toplumsal evrim belirlemiştir. Ancak eski evlilik biçimlerinin yerine yenilerini koymaktan acizdir. Bu çelişkiden, en çarpıcı tezahürlerini egemen sınıfın kendisinde bulan geleneklerin yozlaşması doğmaktadır. Teoride, cinsel ahlak kuralları varlığını sürdürmektedir. Ceza Kanunu’nda, özellikle bu sivil İtalya’yı memnun eden kanunda, kadının aşağılık durumunu onaylayan maddeler hâlâ yürürlüktedir: Müslüman geleneğinde olduğu gibi, koca, karısının mallarının ve vücudunun efendisidir, hatta karısının zina ilişkisi sonucu doğan çocuklarına bile kendi soyadını verir: zina suçu, karısı tarafından, kocaya aynı suç için uygulanan cezadan daha ağır cezalarla cezalandırılır; Ailenin reisi olmak, karısı tek başına aileyi geçindiren gelir elde etse bile, kocanın münhasır hakkıdır, vb.
Geleneklere göre, en azından sözde, ahlaki kuralların ihlali hala kınanmaktadır, ancak bunu kim kararlılık ve inançla yapmaktadır? Herkes, az ya da çok açık bir şekilde, suçlamanın yararsızlığını hissediyor. Pratikte, ahlaki teorinin artık toplumsal ihtiyaçlara uymadığı fark ediliyor. Ve bu, gerici dar görüşlüleri, nedeni ile sonucu tuhaf bir şekilde karıştıran ve yeraltı devrimci güçlerin ilerlemesinde toplumun ahlaki çöküşünü gören küçük burjuvaziyi dehşete ve dehşete düşürüyor.
Bölüm II
Ev İşlerinin Lağvedilmesi
İşçi partileri bu konulara karşı nasıl bir tutum sergiliyor? Sosyalist ve komünist partilerin basınını, özellikle de kadınlara yönelik basını takip edenler, moral bozucu bir izlenim edinmekten kaçınamazlar. Tipik bir küçük burjuva tavrıyla, İtalyan işçi sınıfına kapitalizmin ortadan kaldırılması için çalışacaklarına söz verenler, burjuva toplumunun kendi kendisine verdiği yaraları sarmaya çalışmakla meşguller.
Cinsiyetler arası ilişkiler konusuna gelince, gerçeklerin haykırdığı şeyi, yani evliliğin çöküşünü ilan etmemeye dikkat ediyorlar.
Evlilik krizinden söz ediyorlar ve kitleleri, Marksist teorinin tek eşli evliliğin komünist toplumsal örgütlenmeyle uyumlu olduğunu düşündürmeye çalışıyorlar. Onlara göre Medeni Kanunun şu ya da bu maddesini değiştirip, ev dışında kadın işgücünün kullanımını yaygınlaştırıp, eşlerin yasal eşitliğini ilan ettikten sonra, geriye kalan tek şey evlilik kurumunu olduğu gibi komünist toplumsal örgütlenmeye nakletmek olacaktır. Belki de sosyalizmin zafer kazandığı Rusya’da erkekler evlilik biçiminde üremeye devam etmiyorlardır?
Burjuva parlamentosunda “savaşan” şiddetli anti-kapitalistlerin komünizmi anlama biçimi şudur: ev ekonomisi ile sosyal ekonominin, ev içi emek ile sosyal emeğin uzlaştırılması. Öyleyse neden kapitalizm, ailenin parçalanmasına rağmen, dar aile çerçevesi içinde toplumun molekülerleşmesi ilkesini acı bir şekilde savunuyor? Neden burjuva ideologlar aile kurumunun her reformunu “ahlaksız” olarak görüyor? Nedeni biliniyor. Ailenin kutsal ve egoist ev ekonomisinde, insanın sosyal içgüdüleri en büyük aşağılanmaya maruz kalıyor.
Marksist materyalistlere göre, burjuva sınıfının ahlakı, her egemen sınıfın ahlakı gibi, insanı diğer insanlara bağlayan sosyal içgüdüyü yok etme eğiliminde olduğu ve onu bir “kişiye”, yani toplumun ihtiyaçlarına ve çıkarlarına karşı olan ihtiyaç ve egoist çıkarların toplamına dönüştürdüğü için, son derece ahlaksızdır...
Devrimci komünizm, idealist ideologların içinde her şeyi bulabildikleri ruhun dipsiz kuyusundan kesinlikle faydalanmayan yeni bir ahlaki idealin taşıyıcısıdır. Egemen sınıfların ahlaki teorileri, insanın doğasını ihlal eden bir sosyal mekanizmadan gerçek kökenlerini alırlar. Bu nedenle, bunlar toplumun dışında ve üstünde duran varlıklardan kaynaklanıyormuş gibi sunulur: hukukun kaynağı Tanrı, Ruh veya Bilinç olur. Ancak devrimci komünizm için, insanların pratik faaliyetlerini yöneten ahlaki kuralların kaynağı, insan türünü fiziksel doğaya bölünmez bir şekilde bağlayan derin ve yok edilemez bir içgüdü olan toplumsal içgüdüdür. İnsanların toplumsal içgüdülerini bulanıklaştıran her şey ahlaka aykırıdır, doğaya aykırıdır.
Burjuva cahili, insanın ekonomik mallara sahip olmak ve sosyal ayrıcalıkları ele geçirmek için insanla girdiği şiddetli mücadeleyi haklı çıkarmak zorunda olduğundan, insanın doğal egoizmini bir düstur olarak ortaya koyar. Egoizm, yani insanlara zarar verme eğilimi, insanın hayvan kökenlerinden kaynaklanan, insana özgü bir özellik olarak görülür. Bu nedenle, doğal dünyadan ayrı bir Varlık, insanın yamyamlık eğilimlerini hafifletmek için müdahale eden bir Tanrı’ya ihtiyaç duyulur. Gerçek ise oldukça farklıdır. Canlıların temel yasası, bireyin ve onun ihtiyaçlarının, türün genel ve kişisel olmayan ihtiyaçlarına tabi olmasıdır.
Türlerin evrimini düzenleyen güç, sosyal içgüdüdür. Egoizm, zooloji değil, sosyolojinin zehirli bir ürünüdür.
Hayvan ve bitki türlerinin, doğadaki yerlerini savunmak ve kendilerini sürdürmek için durmaksızın mücadele ettikleri doğrudur. Ancak, en büyük düşmanın kendi türdeşleri olması sadece insan türünde görülür. Bunun nedeni, ekonomik sınıflara bölünmenin insanı, doğal zorluklarla mücadelede harcadığından daha fazla yaşam enerjisini türdeşleriyle mücadeleye ayırmaya zorlamasıdır.
Devrimci proletarya, geçmişte egemen sınıfların yaptığı gibi yeni ahlaki mitler icat etmez, çünkü insan doğasına karşı çıkacak hiçbir düşüncesi yoktur.
Devrimci komünizmin ahlaki ideali, toplumsal içgüdünün, canlı maddenin olağanüstü fenomeninin kökeninde yatan derin, sağlıklı ve hayati hayvan içgüdüsünün özgürleştirilmesidir. Uzun ve kanlı bin yıl boyunca, türlerin evrimine kıyasla her zaman az ve önemsiz olsa da, insanları birleşmeye, mücadele etmeye, ortaklaşa üretmeye, türlerin iyileşmesinin devamını en az acı çekerek sağlamaya yönlendiren sosyal içgüdü, egemen sınıfların egoizmi tarafından bulanıklaştırılmış ve körelmiştir.
Komünizmin ahlaki devrimi, insan varlığını zehirleyen gücü, yani sosyal sınıfı yok etmekten ibarettir. Proletarya sadece burjuva sınıfını yok etmeye değil, aynı zamanda, bu bir paradoks gibi görünmese de, kendini de ayrı bir sınıf olarak ortadan kaldırmaya yönelir. Sadece sınıfların yok edilmesi insanı sosyal içgüdünün egemenliği altına sokabilir. Ve gerçek insan özgürlüğü de burada yatmaktadır: insanın gerçek doğasının ne olduğunun bilincine varmak. Bu konuları düşünmüş olan herkes, Moskova’nın sahte komünistlerinin yarattığı yanılsamaları kolayca fark edebilir. Aile, insanın diğer insanlara karşı kendini koruduğu bir kale, insanın diğer insanlara karşı işlediği tüm zorbalıkların, alçaklığın, aşağılığın gerekçesidir.
Aile için insan kendini yırtıcı bir hayvana dönüştürür, ama eve zaferle getirdiği av, diğer insanların ağzından koparılmıştır. Ve bu bakımdan insan, hayvanların seviyesinin altına iner. Avlanmaya çıkan kartal, yuvasına bir kartal yavrusunun cesedini getirmez. Kurt yavruları da kurt eti yemez. Ama burjuva ahlak yasası, başkalarının çocuklarını aç bırakarak kendi ailesini zenginleştiren kişiyi aklar ve ödüllendirir. Burjuva ahlak yasası, başkaının çocuklarını beslemek ve yetiştirmekle yükümlü olmamamı sağlar: aksine, onlar bana ait olmadıkları, yani benim ailemin bir parçası olmadıkları için, eğer bu bana, beslemek değil, kendi ailem için fazlalıkları temin etmemi sağlıyorsa, vicdan azabı duymadan çocuklarınızı aç bırakabilirim. Burjuva ailesini düzenleyen ahlak yasası budur.
Devrimci komünizm bu tür alçaklıkları reddeder. Proleter devrim, ev içi ve ev dışı emek, ev içi ekonomi ve toplumsal ekonomi arasındaki ayrımı ortadan kaldırır. Bunu, ev içi emeği ortadan kaldırarak, ev işlerini kamu hizmetine dönüştürmek suretiyle yapar ve bununla birlikte aileyi sonsuza kadar ortadan kaldırır.
Lenin ve ‘Ev İşleri’
İtalyan Komünist Partisi liderleri, cinsiyetler arasında tam eşitliğin, kadının kurtuluşunun Rusya’da sağlandığını iddia ediyorlar. Lenin’in bu konuda ne düşündüğünü görelim.
Lenin, Eylül 1919’da Moskova’da düzenlenen 4. Partisiz Kadın İşçiler Konferansı’nda yaptığı konuşmada, kadınların kurtuluşu konusunu ele alıyor. Bu konuşmayı yeniden okumakta fayda var. Bu arada, birkaç önemli pasajı aktarmak yararlı olacaktır. «[Kadınların] tam olarak özgürleşmesini sağlamak ve onları erkeklerle eşit hale getirmek için ulusal ekonominin toplumsallaştırılması ve kadınların ortak üretken çalışmaya katılması gerekir. O zaman kadınlar erkeklerle aynı konuma sahip olacaklardır».
Açık, değil mi? Kadınların ortak üretken emeklere katılmaları, onların özgür sayılmaları için yeterli değildir. Ev işleri ortadan kaldırılmalıdır. Peki neden, diye sorar sahte aptal radikal ya da sözde sosyalist? Lenin’in sözleriyle cevap vermek daha iyi olur:
«Burada elbette, işgücünün üretkenliği, işin miktarı, çalışma gününün uzunluğu, çalışma koşulları vb. konularında kadınları erkeklerle eşit hale getirmekten bahsetmiyoruz; demek istediğimiz, kadının, erkeklerin aksine, aile içindeki konumu nedeniyle ezilmemesi gerektiğidir. Hepiniz biliyorsunuz ki, kadınlar tam haklara sahip olsalar bile, tüm ev işleri onlara bırakıldığı için fiilen ezilmiş durumda kalıyorlar. Çoğu durumda ev işleri, bir kadının yapabileceği en verimsiz, en barbar ve en zor iştir. Son derece önemsizdir ve kadının gelişimini herhangi bir şekilde teşvik edecek hiçbir şey içermez».
Saçma reformcularımız devrimci pozisyonları umursamıyorlar. İskandinav ülkelerinden miras kalan hazır bir reçeteleri var. Bulaşık yıkamak ve yerleri parlatmak kadınları aşağılayan işlerse, ev işleri karı koca tarafından uyum içinde yapılacaktır. Ve işte rotogravür baskı, İskandinav ve Anglosakson kocaları model olarak sunuyor. Eşin ev işlerinden kazandığı zaman, uysal eş tarafından doldurulacaktır. Çok teşekkürler! Ev içi kavgalar biraz azalmış olabilir, ama toplumsal olarak, sonuçsuz ev işlerinde harcanan emek nicelik olarak aynı kalmaktadır. Sadece aile fetişini korumak için, Demir Perde’nin her iki tarafındaki reformizm, önlüğü kocaya giydiriyor...
Lenin’in ve dolayısıyla devrimci komünizmin ev işlerinin kamu hizmetine dönüştürülmesini nasıl tasarladığını anlamak için, 28 Haziran 1919’da yazdığı “Kadınların Sosyalizmin İnşasına Katkısı” başlıklı makalesinin metnini yeniden okumamız gerekir. Lenin, Bolşevik partisini kadınların özgürleşmesi konusunu yeterince ele almadığı için eleştirir (bu eleştiriye biz de kendimiz için başvurabiliriz). Ve her şeyden önce sorunun şartlarını açıklığa kavuşturmakla ilgilenir:
«Kadını özgürleştiren tüm yasalara rağmen, kadın ev hizmetçisi olmaya devam ediyor, çünkü küçük ev işleri onu ezip, boğup, aptallaştırıp, aşağılıyor, mutfağa ve çocuk odasına zincirliyor ve o, barbarca verimsiz, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve ezici bir angarya ile emeğini boşa harcıyor. Kadınların gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm, ancak (devletin gücünü elinde bulunduran proletarya önderliğinde) bu önemsiz ev işlerine karşı topyekûn bir mücadele başladığında, ya da daha doğrusu, büyük ölçekli sosyalist ekonomiye toplu dönüşümü başladığında başlayacaktır».
Aşağıdaki pasaj, konunun özünü birkaç kelimeyle özetlediği için son derece güçlüdür:
«Teoride her komünistin tartışmasız kabul ettiği bu soruya pratikte yeterince dikkat ediyor muyuz? Elbette hayır. Bu alanda halihazırda var olan komünizmin tohumlarına yeterince özen gösteriyor muyuz? Yine cevap hayır. Kamu yemekhaneleri, bebek bakım evleri, anaokulları – burada bu tohumların örneklerini görüyoruz, burada kadınları gerçekten özgürlüğe kavuşturabilecek, sosyal üretim ve kamu yaşamındaki rollerine ilişkin erkeklerle olan eşitsizliklerini gerçekten azaltabilecek ve ortadan kaldırabilecek, gösterişli, abartılı veya törenlere dayalı olmayan, basit, gündelik araçlar var. Bu yöntemler yeni değildir, (sosyalizm için gerekli tüm maddi önkoşullar gibi) büyük ölçekli kapitalizm tarafından yaratılmıştır. Ancak kapitalizm altında bunlar, birincisi, nadir görülen bir şey olarak kaldı ve ikincisi – ki bu özellikle önemlidir – ya spekülasyon, vurgunculuk, hile ve dolandırıcılığın en kötü özelliklerini taşıyan kar amacı güden işletmeler ya da en iyi işçilerin haklı olarak nefret ettiği ve hor gördüğü “burjuva iyilikseverliğin akrobatikleri” olarak kaldı.
Bu son nokta gerçekten aydınlatıcıdır. Kapitalizmin içinde olgunlaşan kriz, onu aşmanın yollarını (bu nedenle ütopik bir spekülasyonu değil) ortaya koymaktadır ve bu yollar kapitalizmde zaten fiilen mevcuttur. Bunlar, kapitalizmin nesnel olarak yarattığı komünizmin tohumlarıdır. Devrimci iktidarın görevi, bunların yayılmasını önleyen tüm engelleri ortadan kaldırmaktır. Ancak ev işleri (yemek pişirme, çamaşır yıkama, çocuk yetiştirme) ticari ve parasal döngüden kurtarılması şartıyla, ondan yararlananların kendisi tarafından yürütülen bir kamu hizmetine dönüştürülebilir. Aksi takdirde, ev işlerinin önemli bir bölümünü ortadan kaldıran halk restoranı, daha fazla para ödeyenin iyi hizmet gördüğü, parasız müşteriye ise kötü hizmetin sunulduğu burjuva restoranıyla aynı duruma düşer. Ve bu, ancak tüm toplumsal üretimin ticari değişim kanunlarından kurtarılması koşuluyla mümkündür.
Ancak ev işlerinin ortadan kaldırılması, kadını tamamen özgürleştirerek, sonuç olarak yeni evlilik biçimlerine yol açar ve aileyi sonsuza dek ortadan kaldırır. Komünizmi sadece kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi ve özel mülkiyetin devlet mülkiyetiyle değiştirilmesi olarak görenler, Marksizm’i hiç anlamadıklarını gösterirler. Komünizm, uzun yüzyıllar süren sınıf tarihinin şekillendirdiği insanlığın tüm sosyal varlığını değiştirir. Sadece insanların ekonomik malları ürettikleri biçimi değil, aynı zamanda insanların kendilerini yeniden ürettikleri evlilik biçimlerini de değiştirir. Rahip ve küçük burjuvazinin iddia ettiği gibi, insan türünü zoolojik kökenlerine geri döndürmez. Hominid, homo sapiens’e, yani kendi üretim araçlarını, bunların başında dil olmak üzere, üretebilen tek canlı türe dönüştüğünden beri, insan artık zoolojiye ait değildir. Ve ona geri dönemez de.
Aksine, insanı her şeyin alınabileceği bir yük hayvanı düzeyine indirgeyen, sınıf egemenliğidir: ter, kan, hayatın kendisi. Öyleyse, eski toplumun çürüdüğü ve onu gömecek güçlerin toplumsal alt tabakada kıpırdanmaya başladığı, bizim yaşadığımız gibi tarihsel geçiş dönemlerinde, kriz ve çözülmenin pençesindeki bir toplumda, insanların hayvanlardan daha kötü koşullarda üretmeye ve kendilerini yeniden üretmeye zorlanmaları şaşırtıcı değildir.
Komünizm, kökleri insanın hayvani doğasında olan sosyal içgüdüleri uyandırmayı amaçlamaktadır. Bu, bağnazları ve ikiyüzlüleri dehşete düşürür, orgazm düzenleyen sefahatçılar ve benzer konuları betimleme konusunda uzmanlaşmış rafine entelektüelleri öfkelendirir. Ancak bir gerçek kesin: medeni insanın, yani sınıflı toplumun ormanında yaşamaya alışkın insanın cinsel yaşamını iğrenç kılan cinsel ahlaksızlık, alaycılık, sapkınlıklar, dolandırıcılık ve ikiyüzlülük, ilkel halklar arasında hiç bilinmeyen psikolojik deformasyonlardır. İnsanları onların seviyesine geri döndürmek mi istiyoruz? Hayır. Ancak, çok övülen “atom çağı” insanına ilkel halklara özgü ahlaki kuralları devrimci bir şekilde aşılamayı amaçlayıp amaçlamadığımızı sorarsanız, tereddüt etmeden cevap veririz: evet.
Uzun yüzyıllar süren sınıf egemenliği, insanlarda toplumsal içgüdünün bastırılamaz sesini, maymun insanın homo sapiens’e dönüşmesini sağlayan sürü ruhunu sönümlemedi.
Proleter devriminin tarihi görevi, insanları egoist iltihaptan tamamen kurtarmaktır. Modern komünizmin insanları, büyük kapitalist sanayinin temsil ettiği komünizm tohumlarını kullanarak geçim kaynaklarını üretmeyi ve insanlığın şafağını temsil eden ilkel komünizmin ahlaki yasasına göre yaşamayı amaçlamaktadır.
Ancak o zaman, toplumu insan doğasına karşı kışkırtan korkunç çelişki giderilebilir.